Gece Yolcuları
Hikaye : Nesibe Esra Çukurova
Güneş dünyaya gözünü kapayalı çok olmamıştı henüz, sırasını savmanın neşesiyle yerini gerçeği kucaklamak üzere hazırlanan karanlığa bırakıyordu. Dünya hazır olmaz olur muydu? Sokak lambaları açılmış, kediler arabaların altlarındaki yerlerini almış, bozacılar yanık yanık bağırmaya başlamış, çocuklar toptan ayaklarını zor çekip evlerden yayılan “ gir içeri artık!” adlı koroya kulak kabartmaya başlamıştı bile. Hah tamam herkes çeri girdiğine göre perde açılmış, oyun başlamıştı. Sadece ilginç bir koku vardı sokaklarda sabahtan kalma, günün yorgunluğunu üstünde taşıyan koku is kokusuna karışmaya başlamıştı. Yollarda ise bir taksiciler bir de halâ yetişmeye çalışanlar kalmıştı.
Her gün istisnasız şehrin peşinde koşan gürültü, arnavut kaldırımlardan süzülerek giriyordu bulduğu her delikten içeri. Evlerdeki sesler kesiliyor, ocaklar sönüyor, tartışmalar yarım kalıyor. Evet, şimdi gün boyunca kenarlara sıkıştırılmış hatta çıkmasın diye görmezden gelinmiş iç sesler ruhlarına dönüyordu. Ruhlar sesleri eski bir dostu görmüş gibi kucaklıyor, tebessümleri ve çatılmış kaşları düşüncenin yüz ifadeleriyle değiştiriyordu. Her zamanki kusursuzluğu ile gerçekleşiyordu bu devininim. Kimsenin “ruhu duymadan” bir çizik daha atıyordu düşünceyle hissin buluştuğu unutulmuş aidiyet boşluğuna.
Tam da bu sıralarda dış kapılar sırayla birbirlerinin yüzüne kapanmış, çocuklar çoktan masaya tabak, çatal koymaya başlamıştı. Yetişkinlerimiz ise odalarında o gün hatırlamak istemediklerinden kurtuluyormuşçasına kıyafetlerini değiştiriyor ve rollerine hazırlanıyordu. Ne de olsa dağınık toplulukların yegane birleştiricisi sofra onları bekliyordu, onlar gibiler bugün sofrada, nelere üzüldüklerini ya da sevindiklerini değil şöyle bir iç çekip bugün yine neyin olmadığını anlatacaklardı birbirlerine çünkü kuşkusuz içindekileri dökmeliydi insan, yeniden umut edebilmek için yeniden olmayışları “nasılsınız?” sorusundan önce getirmeliydi 21. yüzyıl insanı. Yemeğin sona ermesiyle ailenin en küçüğü sofra bezine birikmiş ekmek ve hayal kırıntılarını bir hışımda apartman boşluğuna salladıktan sonra gün, odasına çekilen her canlıyla birlikte parçalara ayrılıyordu. Herkes yatağına uzanmış düşünmeye başlamışken mis gibi fırın sütlaç kokusu yayılıyordu odalara. Önce bir şaşırma geliyor ama sonradan hatırlanıyordu, üst komşu Muazzez teyzeydi bu. Odalarında kıkırdaşan çocuklar “yaşıyorsun bu hayatı” diyorlardı apartmanın yalnız ve ton ton teyzesine. Yukarı kattaki Muazzez teyze ise eşini yad ediyordu sütlacın kokusunda, komşularını imrendiren bir sırdı bu ikisinin arasında. Ne var ki o da çocukları duymuş gibi “yaşıyorsun bu hayatı Nuri, beni arkanda ölü bıraktın” diyordu duvardaki boşluğu seyrederken. Yan komşu Nazmi vardı birde, finallere hazırlanıyordu, sistemin asil kölelerindendi kendisi. Okuduğu satırlar birbirine girmişti muhtelif seslerin ve kokuların onu alıp götürmesiyle, o da şöyle demişti duramayıp: Zaten bir bunlar yaşıyor hayatı. Son yakınma eyleminin gerçekleşmesiyle dünya ebedi barışına kavuşmuştu: uyku vakti. Sokaklarda volta atan ruhların içinde konaklayan seslerimiz hiç durur mu? Onlar da Tarancı’nın dizelerini fısıldıyordu geceye;
Gündüze alışan renkler
Her gece perişan renkler
Eşyada bakış mısınız,
Zamanda akış mısınız,
Gözümde hatıralar mı?
Yekpare varlığımı
Siz misiniz parçalayan,
Farksız kırık aynalardan?…