Gönül Dağı
Hikaye: Ayşegül Demir
Gördüğü rüyanın tesirinden henüz çıkabilmiş değildi.
“Yok böyle olmayacak, ona buna sığınıp “görünmek duyulmak isteyene” daha fazla sağır kalamayacağım. Ey rüya aç kendini bana, misafir ol gel, dinleyeceğim seni.”
Kapı ziliyle birlikte düşüncesinden uyandı. Gelen postacıydı. Elinde vintage bir zarf vardı. Zarfı teslim aldığında, Leyla’nın yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Postacıya teşekkür edip onu uğurladı. Ve arkasından bir müddet bakakaldı. Daldığına mı yansın, zaman algısını yitirdiğine mi yansın, komşunun kedisinin sesiyle irkildi. Kedi belli ki açtı, ayaklarına dolanıp mama dilenmeye başladı. Saniyesine komşu imdadına yetişti de Leyla rahat bir nefes alabildi. Önce, bir haftada üç kere gördüğü rüya, sonra bu zarf, zihni allak bullak olmuştu. Bir iki derin nefes alıp toparlandı ve kapıyı güzelce kapadı.
Mektubun yanına bu sefer kurutulmuş bir çiçek de iliştirmiş midir, dedi kendi kendine. Arif mektupları böyle eksantrik zarflarda gönderir, içine dağlardan topladığı çiçeklerden eklemeyi de ihmal etmezdi.
Elinde bir kelebek kozası taşıyor edasıyla, aheste ve zarif adımlarla çalışma odasına girdi. Ceviz masanın altındaki ince bölmeyi çekti yavaşça, yılan desenli gümüş zarf açacağını aldı, kılıfından çıkardı. Bu Arif’in Leyla’ya verdiği son hediyeydi.
Zarfı, atlas kumaş kesermişçesine itinayla açtı. İçinden üstünde Ağrı dağının fotoğrafı olan bir kart çıktı. Kartın öteki yüzünde de mavi mürekkepten muntazam bir el yazısı.
Üç ay üstüne bir tek rubai!
“Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
parıldamakta devam edecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sûreti çıktı sadece…” (1)
Basıp gitmişti Arif. Basıp gittiği yetmiyormuş gibi Leyla’nın yasına yas katmaya da devam ediyordu. Nereden sevmişti o zalim adamı… (2)
Leyla’nın Arif’i
Mardin şiir günlerinde görmüştü onu. Arif’in seslendirdiği şiir, Leyla’nın bağrına bir “hançeri honriz” (3) gibi saplanmıştı. Arif, kor gibi kelimeleri, örsün üstünde günlerce dövüp bileylemiş, noktasına virgülüne sabır sabır işlemişti. Her ne olduysa, o sahnede o akşam, nasıl bir şevke geldiyse artık, mahfazasında dinlenmekte olan şiiri cem-i cümlenin gözü önünde asumana savurmuştu. O kör salvo da gelip Leyla’yı bulmuştu. Leyla şiiri sevmişti, şair gözüne hiç gelmemişti. Belli ki bu adam küstahın tekiydi. Yollar ayrılıp tekrar birleşene kadar bu karşılaşma dimağında uzak bir hatıra olarak kalacaktı.
…
Aradan geçen 7 yılda yaşadıkları Leyla’nın hayatını temellerinden sarsmış, büyük badireler atlatmıştı. O genç yaşına rağmen dirayetini ve yaşamak inadını kendine kalkan yapıp bir anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmayı bilmişti. Mahzun günlerinin en büyük sığınağı yine kendisi olmuştu. Kalem ve kâğıt, yaşanmışlıkların ve hatta yaşanamamışların tozunun üstünden kalkmasında, ona en hakiki yoldaş olmuştu. Yükünü nesire dökerek hafifleyen Leyla, öykülerinden hatırı sayılır bir kısmını yakın arkadaşlarıyla da paylaşır olmuştu. Onu çocukluğundan beri tanıyan arkadaşlarının hepsinin hemfikir olduğu bir şey vardı, o da, Leyla hikaye, hikaye Leyla olmuştu. Öyküleri, okuyucuyu öyle sarmalıyor, insanın içine öylesine sirayet ediyordu ki, hayal ile gerçek arasındaki sınır gittikçe inceleşiyordu.
Leyla’nın yazdıklarıyla bu hem dem hali, arkadaşlarını kaygılandırmıyor da değildi. Onlara göre bu endişeyi izale etmek için Leyla’nın yazdıklarının gün yüzü görmesi gerekiyordu. Leyla ilk zamanlar buna pek gönüllü olmasa da, hikayelerini kitaplaştırma fikrine daha sonraları sıcak bakmaya başlayacaktı. Öyküye tutunarak kurduğu dünyaya, başkalarını da davet etmeyi kabul edince, belki de gerçeklikle hayalin arasına ufak bir perde çekmiş olacaktı, kim bilir… Olan olmuştu, olacak olan da olmuştu, hayatın keskin akışını kabul edip yaşama güvenmeye karar verdi.
Karşılaşma
Arif’in Leyla ile ilk karşılaşması fakültenin bahçesinde oldu. Edebiyat Kulübü, Leyla’yı ikinci kitabını konuşmak üzere bir söyleşiye davet etmişti. Sohbet sonrasındaki imza faslı sürerken, okurların oluşturduğu kuyruktan tanıdık bir ses çalındı kulağına. Bu ses, gerçekten yankılanmış mıydı, yoksa bu onun hayal gücünün bir eseri miydi, önce ayrımsayamadı. Sırası gelen okurun neşeli hitabıyla kendine geldi, bir iki kelam ettiler, kitabını imzaladı ve O’nu görene kadar bu okur-yazar muhabbetleri otomatiğe bağlandı.
Evet, kulakları onu yanıltmamıştı. Leyla’nın karşısında uzun yıllar ötesinden gelen Arif duruyordu. O’nun tarafında zaman durmuş gibiydi, daha dün akşam Mardin’de dinlediği genç adam değil miydi bu? Kafası karışık, Arif’in uzatttığı kitabı alıp ikinci sayfasını açtı.
“Leyla’dan Arif’e sevgilerle” diye yazdı, altına tarih attı.
22 Nisan ….
Hemen ardından da “Sizi biraz bekletebilir miyim?” diyerek gülkurusu dikdörtgen çantasından bir kitap çıkardı ve Arif’e uzattı. “Belki yersiz ve zamansız bir soru olacak ama, kitabınızı benim için imzalayabilir misiniz ?” dedi.
Arif şaşkın ve mahcup bir ifadeyle gülümsedi. Kitabı eline aldı, bir sayfa çevirdi, duraksadı. “Fakültede çok kısa bir işim var, siz de müsait olursanız, sonrasında kitabı imzalayıp getireyim mi ? Aceleye getirmek istemiyorum da” dedi.
Leyla bu cevabı alınca biraz hayret çokça da sevinçten birkaç saniye donakaldı. “Tabi çok memnun olurum.” derken konuşan kendisi miydi, bu cümle ona mı aitti, derken, Arif gözden kayboldu.
Leyla son kitapları da imzalayıp okuyucularla sohbet ederken, Arif bir köşede durup onu bekledi.
Arif’in Leyla’sı
Arif, Leyla’nın kitabıyla Çukurcuma’daki bir eskicide tanışmıştı. O kadar yıllanmış eşyanın arasında arzı endam eden yepyeni kitabı hemen farketmiş, bu vesileyle antikacı Necip bey ile milenyum kuşağı hikayeciliği hakkında hoş bir sohbet etmişler, fırsattan istifade kitabın ismini de defterine not etmişti. Tesadüfe bakın, ertesi hafta fakülte yayınevinin panosunda aynı adlı yazarın söyleşi ilanını görmüş, “Bu kitabın okunma vakti gelmiş.” demek ki diyerek, Leyla’nın ilk kitabını “Süreyya’nın dileği”ni aramaya koyulmuştu.
…
Arif kitabın üstüne yazdığı satırları tekrar edip duruyor, kitabı masaya bırakıp kaçmak dürtüsüne direnerek sabırla Leyla’yı bekliyordu. Huzursuzluğunun akıl sahibi bir çok insanın kabul edeceği, gayet geçerli bir sebebi vardı. Bu garip karşılaşmanın yarattığı sarhoşluk haline bir türlü gem vuramamış, kitaba imza atmadan önce Fuzuli’den bir mısra-ı bercesteyi de oracığa bırakmıştı. Olan olmuştu, cüretkarlığının sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktı.
Leyla’nın onu tersleyeceğini düşünmüştü ama hiç de düşündüğü gibi olmadı. O iki mısra, bu iki yabancının arasında filizlenecek ince duyguların ilk tohumu olmuştu.
Arif’ten Leyla’ya
“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni,
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni.” (4)
…
Leyla ile Arif, serendip ülkesinin çocuklarıydılar. Mektupları, iki uzak şehrin arasında yıllarca mekik dokudu. Leyla Arif’ten geleceğine/geleceğe dair hep bir söz bekledi ama nafile. Arif’te mecnunluk istidadı yoktu, eğer olsaydı, yedi dağ da olsa, aşar yine gelirdi. Leyla idi adı ama bahtı adından da kara olmak zorunda değildi. Mecnun, nam-ı diğer Arif, Leyla’ya gel(e)miyorsa Leyla Arif’e gidecekti. Nihayetinde rüyasına kulak verdi.
Sabahın ilk ışıklarıyla çıktı yola. Yanına biraz su, biraz kahvaltılık bir şeyler aldı. Arabasına atladığı gibi benzin istasyonunda aldı soluğu, deposunu doldurdu. Ne olur ne olmaz, yol uzun, vakti kısıtlıydı. Güneş yükselmeden ne kadar ilerlersem o kadar iyi, diye düşündü.
Leyla’nın rüyası
“Rüyamda, kesme taştan yapılmış devasa bir yapının kapısında bekliyordum. Çifte sütunlar arasındaki hayat ağacı motifi, aklımda kalan. Ve bir dağ var ufukta, yüce bir dağ, kardan küçük bir bere kalmış doruğunda. Mevsim bahar olmalı.”
Dipnotlar
(1) Nazım Hikmet Ran
(2) Nereden sevdim o zalim kadını, Güfte: Yusuf Ziya Ortaç, Beste : Selahattin Pınar
(3) “Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz” (Fuzuli bu beyitte aşkı “hançeri honriz” olarak betimlemiş.)
(4) Leyla ve Mecnun, Fuzuli
Depresyonla arkadaş, kedileri mi insanları mı daha çok sevdiğinden emin değil. Yazmayı bir terapi olarak gördüğü için yazıp yazıp silenlerden.