Hayatın Dik Yokuşu

Hayatın Dik Yokuşu

Hikaye- Mus’ab Atıcı 

Fotoğraf- Leo Arslan 

 

Evine doğru çıkan dik yokuşun önüne geldiğinde -huzursuzluktan olacak- her zaman yaptığı gibi radyosunun sesini kıstı. Son iki haftadır yaptığı gibi araba ile bu yokuştan çıkıp çıkamayacağının muhasebesi yapmaya başladı. Gün içinde işyerindeki koşuşturmanın verdiği yorgunluk yetmiyor gibi bir de bu “parası ile rezil olma” durumu canını bir hayli sıkıyordu. Kendi kendine hayıflandı, “Ne var sanki çektin işte kredi, beş on daha fazla çek al gül gibi 1.4, 1.6 motor araba. Şimdi böyle kukumav kuşu gibi kara kara düşünürsün 1.2 motor bu yokuşu çıkacak mı diye…” Sonra kendine ve yeni aldığı ikinci el arabasına haksızlık ettiğini düşündü. Bir kaç kez de olsa bu yokuştan çıkmıştı arabayla. Ama bu defa durum biraz farklıydı. Mevsim kış, yerlerde yer yer kar birikmesi de olunca yokuşun başına gelmesi ile durması bir oldu. Bu küçük macerayı göze alamadığı için konforundan vazgeçerek arabayı aşağıdaki marketin önüne çekip dik yokuşu yürüyerek çıkmaya karar verdi. Az sonra marketin önüne doğru yaklaştı. O arada hemen yanından hızla geçen başka bir otomobilin sıçrattığı çamurlu su ön camı boydan boya kapladı. Sakin kalmaya çalışarak silecekleri çalıştırması ile bu defa da cam tamamen çamur oldu. Şimdi az önce ki sakin tavırdan eser kalmamıştı. Hareketli bir trafiğin içinde önünü göremiyordu. Ne yapacağını şaşırarak sağ aynaya bakıp arabayı park etmek için direksiyonu hafif sağa doğru kırmıştı ki şiddetli olmasa bile bir şeye çarptığı fark etti. Aniden frene basıp, otomobilden aşağı indi. Kendini bildi bileli sakin bir kişiliği vardı. Ama arabadan inip ön tarafta uzun uzadıya yatan yaşlı adamı görünce istemsizce telaşa kapıldı. Korkak adımlarla adama doğru yaklaşırken etraftan gelen meraklı insanlar çoktan başlarına üşüşmüştü. Yaşlı adama doğru eğildi. Yerde yatan adam çok sağlıklı olmasa da nefes alıyordu. Adamı kucakladığı gibi arka koltuğa yatırıp acele ile ön camı temizledikten sonra hastaneye doğru yola çıktı. Yol boyunca arka koltukta yarı baygın yatan adamı konuşturmaya, bilinci açık mı kapalı mı diye kontrol etmeye çalıştı. Yaşlı adam yarı baygın vaziyette sadece hırıldayarak ve yine sağlıksız şekilde nefes alıp veriyordu. Bir ara hırıltılar kesildi ve nefes alıp verişi düzeldi yaşlı adamın, hemen ardından sayıklamaya başladı. “Ben Meryem’in yanağında ki tüyüm. ”Parça parça ve kesik kesik de olsa bir edebi metinden çıktığı anlaşılan kelimeler içine su serpmişti, arabasında ki davetsiz misafir yaşıyordu. Hatta o kadar yaşıyordu ki, yaşadığını zanneden ölülerin dillerine bir defa olsun değmemiş şiirlerden ezbere mısraları sayıklıyordu. Yaşlı adam bu ve buna benzer bir kaç mısra daha sayıklamıştı ki çoktan hastanenin acil girişi kapsının önüne geldiler. Yaşlı adamı arabada bırakıp sedye için kapıdan içeri girdi. Çok geçmeden hastane çalışanları yaşlı adamı acil kısmına aldılar. Yaşlı adamın bir yakınına, akrabasına ulaşmak için eski model tuşlu telefonuna baktılar ama onunda çoktan şarjı bitmişti. İş yerinden bir arkadaşını arayarak “Ben belki yarın işe geç gelebilirim haberiniz olsun.” diyerek bilgilendirdikten sonra hastanede, yaşlı adamın yanında kalmaya karar verdi. Biraz sonra hastane polisi geldiğinde gerekli olan her şeyi anlatıp, kendine uzatılan ifade tutanağını -anlata anlata

bitiremediği- çok sevdiği fiyakalı imzası ile imzaladı.

 

Yaşlı adam acil kapısından içeri alındığından beri 5 saat geçmişti. Hastane banklarının rahatsızlığından dolayı kaç defa oturuş şeklini değiştirdi bilemiyordu. Bir ara yaşlı adamın sayıklarken söylediği mısralardan biri aklına geldi. Cep telefonunu çıkarıp, yarım yamalak aklında kalan mısrayı arama motoruna yazdı. ” Ben Meryem’in yanağında tüyüm.” Arama motorunun da tamamlama ve düzeltme özelliği sağ olsun şiirin tam metnini kısa sürede buldu. Sanatla, edebiyatla hatta şiirle hiç ama hiç işi olmayan bir adama göre bu şiiri çok severek defalarca okudu.

 

Sabaha doğru 117 numaralı hasta yakını anons edilince acil kapısının önene doğru yürüdü. Kapının önüne kadar gelen hastabakıcılar yaşlı amcayı kapının önünde kendine teslim ederken tedbiren yaşlı adamı sabaha kadar müşahede altında tuttuklarını söylediler. O an yaşlı adamla göz göze geldi. Kazanın mahcubiyetinden olacak çoktan seksenini devirmiş bu adama kaçamak bir ifade ile “Geçmiş olsun” diye bildi. Yaşlı adam çok üstelemeyerek hatta babacan bir tavırla “Sağ olasın evladım. Seni de işinden gücünden geri koydum kusura bakma.” diyerek karşılık verince mahcubiyeti bir kat daha arttı.

 

Hastaneden ayrıldıklarında sabahın ilk ışıkları ile aydınlanıyordu caddeler. Şehir yeni bir güne uyanırken beraberce yaşlı adamın evinin olduğu binanın önüne geldiler. Yol boyunca çok fazla olmamakla beraber, sohbet ettiler. Yolda sık sık özür diledi yaşlı adamdan. Yaşını başını almış, bu görmüş geçirmiş adamın davranışlarındaki babacan tavırdan dolayı suçluluk duygusu biraz olsun hafiflemişti. Kısa süre sonra yaşlı adamın yaşadığı apartmanın önüne geldiklerinde bir dostunu davet eder gibi onu kahvaltıya davet etti.

 

Yolculuk esnasındaki kısacık sohbette yaşlı adamın yalnız yaşadığını, üstelik yalnızlıktan çok sıkıldığı anlamıştı. Kahvaltı davetini kabul etti. Yaşlı adamın dairesi apartmanın yüksek giriş diye tabir edilen katındaydı. Evin kapısından içeri adımı ilk attığı anda, karşı koridorun sonunda duvara aslı karakalem bir tablo dikkatini çekti. Alabildiğine sade döşenmiş evin tüm duvarları boşken sadece bir duvarda bu tablo vardı. Merakını içine atarak yaşlı adamla beraber sohbet ederek kahvaltı sofrasını bir kış mevsimi sabahında balkona kurdular. “Böyle mevsimde böyle ısıtan sabah güneşini her zaman bulamazsın evladım.” demişti yaşlı adam. Kahvaltı bitip de çay muhabbetine döndüğünde işler, balkondan oturma odasına geçtiler. Uzadıkça uzadı muhabbet. Memleketten bahsettiler, işlerden güçlerden. Maliye mezunu olduğunu söylediğinde yaşlı adamın sevinerek ben de “Maliye mezunuyum hatta Mülkiyeliyim” demesi üzerine saygısı bir kat daha arttı yaşlı adama karşı. Nihayetinde Mülkiyeliler başka bir seviyedeydi onların gözünde. Bir defa gelenekleri vardı. Kökü, budağı, geçmişi vardı. Eğitimi hep çok iyi olmuş bir okuldu Mülkiye. Öyle her önüne gelen kazanamazdı. Hadi kazandı diyelim kolayca bitiremezdi okulu. Nice müfettişler, mülki amirler, bürokratlar çıkmıştı bu okuldan. Sohbet devam ederken sık sık gözleri koridorun sonunda ki tabloya gidiyordu. Yaşlı adam muhatabının gözlerinde ki merakı anlamış olacak ki “Sor hadi sor çekinme evladım.” dedi yine babacan bir tavırla. Belli ki anlatmaya da ihtiyacı vardı. Genç adam çok üstelemedi anlatılacak her şeyi dinlemeye çoktan hazırdı zaten. Bu arada yaşlı adamı arabada hastaneye götürürken sayıkladığı mısralar aklına geldi, onları da soruverdi arada. Yıllarca bu anın gelmesini bekler gibi heyecanlı ama vakur bir tavırla anlatmaya başladı yaşlı adam. ”Evladım, söyledim ya ben mülkiyeyim diye. İşte bu şiir ta oradan kalma. Sezai diye üst sınıflarda bir ağabeyimiz vardı. Sezai, Sezai Karakoç.” Genç adam burada bir an duraksadı. İsim çok tanıdık gelmişti. Tam bu ismi çıkaracakken yaşlı adam merak perdesini kaldırdı aradan. “Kitapla şiirle aran nasıl bilmem ama muhakkak adını duymuşsundur Sezai ağabeyin. Sağlam şairdir. Ünlüdür de ha! Öyle kıya köşede de kalmamıştır. Bir neslin mihenk taşlarından desem yalan olmaz. Geçen yıl rahmetli oldu. Toprağı bol olsun. Sezai ağabey rahmetli, bir kız sevmiş okuldan, bir türlü açılamamış kıza. Tabi sonradan sonraya destan oldu bu olay. Yalan yanlış konuşan da oldu dosdoğru konuşan da. Okuldan sonra daha yakinen tanıştım Sezai ağabeyle, Maliye Bakanlığında çalıştığımız dönemde. Herkes konuştu ama o hep sustu. Yaşça bizden büyük, biz de soramadık doğrusu. Geldi geçti rahmetli.” Yaşlı adam burada konuşmasına kısa bir ara vererek masanın üzerinde duran su dolu bardağa uzanıp bir yudum su içti. Sonra kaldığı yerden devam etti konuşmaya.” Sezai ağabeyle yıllar sonra yeniden keşişti yolumuz. Öyle fiilen iş yerinde filan değil, bir şiirinde. “Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım. Gelin duvağından kopan bir rüzgâr“ diye başlayan bir şiirinde. Benim yaş yirmi sekiz, iş yerinde bir kızla tanıştım. Çok sevdim Allah var. Açtım durumu, görüştük. Ailesine anlattı mevzuyu. Kabul etmediler. Hem de “katiyen” kabul etmediler. O zaman memura kız vermek şöyle dursun kızlarının adını memurla aynı cümlede dahi geçirmezdi aileler. Sen bakma şimdi kıymetlendi memurluk. Devlete sırtını dayayınca yıkılmaz oluyorsun şimdi. Böylece olmadı bizim gönül işi. Çok acı çektim, uykularımı kaybettim. Nihayetinde beni bekleyecek değildi elbet. Başka biri ile evlendi. Kereste tüccarıymış eşi. Ağaçlar çiçek açarda kereste de dal, çiçek biter mi bilmem. Mutlu mu oldu mutsuz mu hiç haber almadım. Hoş, çok merak da etmedim. Uygun değil bir kere, artık başkasının namusu. E işte Sezai abi ile kader ortaklığım oldu böylece. O da kavuşamamış ben de. Sevmek sebep, kavuşamamak sonuç, bizim kaderimizde de bu varmış. Ben de o günlerde bir karakalem tablo yaptırmıştım, hediye niyetine. Elim bağrımda, işte o tabloda karşı duvarda asılı kaldı. Neyse velhasıl o dönem şiir yazıyorum bin bir hevesle. Bir taraftan da okuyorum. Sezai ağabeyin bu şiirine denk gelince utandım yazdıklarımdan. Bıraktım şiir yazmayı. Ama okudum, çok okudum. Sezai ağabeyin elime geçen tüm şiirlerini okudum. Tüm kitaplarını aldım. İşte o sayıkladığım şiir bu yıkık dökük, kırık aşktan bana kalan bir hatıra. Ezberimde olduğunda dökülüvermiş dilime. Okumak istersen eğer Mona Rosa’nın devam şiirlerinden Pişmanlık ve Çileler şiiridir sayıkladığım.”

Genç adam sohbetin sonuna doğru bir film bitiyormuş gibi kendine geldi. Bir gün önce başlayan, tuhaf bir rastlantı ile tanıştığı bu Maliye emeklisi yaşlı adam hayatında hiç dokunmadığı bir yerden vurmuştu kendisi. Sahi en son eline ne zaman kitap almıştı? Ya da bir şiirden bir mısra biliyor muydu? En son tiyatroya gittiğinde kaç yaşındaydı? Resmi Gazete okuyup, mevzuatın içinde kaybolmaktan fırsat bulup da en son ne zaman yaralarına sözcüklerden merhem sürmüştü?

Laf lafı açar derler ya o gün sabah girdiği evden ancak akşam alacasında çıkabildi. Aklında onlarca soru vardı yaşlı adamın evinden ayrılırken. Tabi bir sonraki buluşmanın tarihi ve zamanı ayarlanmıştı bu arada. Arabasına doğru yürürken iş yerinden arayan arkadaşlarına sade bir açıklama yaptı. “ İşim uzadı. Ondan gelmedim işe. Yarın telafi ederiz işleri …” Telefonu kapattıktan sonra yüzüne sebepsiz bir gülümseme yayıldı. Uzun süre sonra mutlu gibiydi.

Bir gün önce yapmak istediği şeyi yaptı. Evine doğru çıkan dik yokuşa geldiğinde arabasını marketin önüne bırakıp yavaş adımlarla yokuşa doğru yürüdü. Telaşsız bir kar yağışı başladı. Eli cebinde, soluğu buhar buhar gökyüzüne yükselirken, belli belirsiz mısralar düştü dilinen.

“Ben bir şarkı ben bir türküyüm

Ben Meryem’in yanağında ki tüyüm.

Beni bir azizin nefesi uçurur.

Kalbimde Allah’ın elleri durur …”

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi