Kül

Kül

Hikaye- Dilan Kılıç 

 

Şehirlerden, köylerden binlerce insanın daha iyi bir yaşam umuduyla yurtdışına göç ettiği o zamanlarda, Kerim’in babası da bir umut yollara düşmüş, sıla hasretine anca 2 yıl dayanabilmişti. Umduğunu bulamamış, “Bari eli boş dönmeyeyim.” diye oğluna küçük bir fotoğraf makinesi almıştı. Fotoğraf makinesi geldiğinde henüz 8 yaşındaydı Kerim. Birkaç yıl sonra zaten babasını kaybedince de hemen büyüdü. Babasını kaybeden çocuklar çabuk büyür…

Çok zaman geçti. Kerim, fotoğraf makinesini hiç kullanmadı. Ta ki Aysel’i görene kadar. Öyle aniden tutuldu Aysel’e. Uzun zaman sonra kalbinin sesi kulaklarındaydı. Koşarak döndü eve. Fotoğraf makinesini sakladığı yerden çıkarıp temizledi. Yıllardır aynı yerde öylece duruyordu. Çalışıp çalışmadığını kontrol etti. O’nu gördüğü yere geri döndü. Ama kimse yoktu. Biraz bekledi. Sonra devam etti yoluna. Ertesi gün erken gitti. Göremedi. Sonra yine yine yine… Tam vazgeçmek üzereyken “Dur!” dedi içindeki ses. Arkadaşlarıyla uçurtma uçuran gençleri gördü. Gözleri Aysel’i aradı. Evet, işte orada. Nasıl da güzel. Dünyanın en güzel çiçeğinden bile daha güzel. Yedi harikanın yedisini birden yerle bir edecek kadar güzel…

Ufuk çizgisinde birleşen deniz ve gökyüzü misali buluştu gözleri. Aysel güldü, yanakları al al. Tam o sırada Kerim deklanşöre bastı. Ve o an hem Kerim’in kalbinde dondu, hem de fotoğraf makinesinde. O zaman o yerde rengârenk umutlar yeşerdi, boyu gökyüzüne ulaştı.

                                                    *** *** *** *** *** *** **

Bu Kerim yok mu bu Kerim. Maşallah yağız delikanlı dediklerinden. Bakan bir daha dönüp bakardı. Gönülleri yakan kömür gözleri Aysel diye bir kızın ela gözlerinde yanıp tutuşuverdi. Yanmak ki ne yanmak. Nelere karşı savaş verip de da-yanmak. Aysel de pek güzeldi. Yanağındaki küçük çukur, yuvarlak yüzünde kusursuz duruyordu. Upuzun dalgalı kızıl saçları ikisini birden sımsıkı sarıp saklayabilirdi tüm kötülüklerden.  Ama işte ikisi de güzel, ne yazar  bahtları güzel olmadıktan sonra.

Çok desem az kalır sevmelerine. Çoğun bile sınırı vardır belki ama aralarındaki bu sevginin sınırı yoktu. Nasıl desem, Nazım diyor ya hani “Yüzde hudutsuz kere yüz…” öyle bir sevmek. Dünyayı yakardı sevdalarının ateşi öyle. Ah! Sevdaları yakmadı ama dünyayı sevgisizliğe boğmak isteyen kara bir topluluğun attığı kibrit çöpü kül etti Kerim’i. Alevleri Aysel’in ruhuna sıçradı.

Aysel’in babası öğrenmiş bizimkileri. Kesin o deyyus Salih söylemiştir. Muhtar Eşref’in yeğeni. Köye geldiklerinde görmüş Aysel’i. Yıllardan beridir de peşindeymiş kızın. Dedim ya deyyus işte. Bir keresinde fena benzetmişti Kerim bunu. Yediremeyip ispiyonlamış demek. Aysel’in babası öğrenir öğrenmez hesap sormak için dayandı Kerim’in kapısına. Hesap sorma dediysem öyle  kuru kuruya bir iki dayak atıp “Kızımdan uzak dur!” değil. Kim bilir bu deyyus neler anlattı da kaç düzine adam yığdı evin önüne. Ah! Neler ettiler çocuğa neler.

Ne olmuş  yani birbirlerini sevdilerse? Neye düşmansınız? Doğarken ki melek halinizden nasıl şeytana dönüştünüz böyle? Hayretler içerisinde izliyordum olanı biteni.

Kerim dışarı çıkmaya çalışıyor, kapıdan döve döve içeri sokuyorlar çocuğu. Annesi çarşıda. Kerim evde yalnız. Annesi olsa belki, cevval kadındı Allah’ı var, durdurabilirdi. Ama işte… Ne olduğunu anlamadan alevler içinde kaldı çocuk. Ve tabi ben de.  O sıcaklık öyle bir sıcaklık ki ateş üstünde yürüyenler bile dayanamaz. Cehennem dedikleri böyle midir Allah’ım? Sen kuluna böyle azap çektirmezsin değil mi? Senin merhametin sonsuzdur. İnsanlara ruhundan üflemiştin ya Allah’ım. Merhametinden, sevginden, şefkatinden… Görüyorsun ki insanlar tüm bu güzellikleri tersine çevirdi. Cehennemi ateşle dolduran bu insanlar işte. Her biri kendi cehennemine ateş taşıyor bak Allah’ım. Öyle ki bir parça sevgi kırıntısı görse bile tahammül edemiyor, umutla inşa edilen her şeyi yakıp yıkıyorlar.

Boğuluyorum… Nefes alamıyorum artık. Yardım edin! Kimse yok mu? Allah aşkına! Biri gelse. Aysel duysa koşar gelir Kerim’ine. Ah! Annesi ya ah! Perişan olacak kadın. Gitgide silikleşiyor her şey. Kerim’in elini hissediyorum üzerimde. Kerim! Kerim dayan! Kerim yorgun, direnmiyor. Ben de bırakıyorum kendimi. Sonrası sonsuz karanlık.

Canım acıyor. Hissediyorum. Bir yanım yanmış sadece, üzerimdeki el korumuş beni. Kendi kül olmuş, uçuşuyor rüzgârda bulutlara doğru. Aysel’i görüyorum sonra. Ağlarken bile çok güzel. Aferin ulan Kerim. Ne güzel sevmişsin. Kerim’in annesi geliyor. Çığlığı dünyayı yerin dibine sokar.  Ben Kerim’in sol cebinde, kalbinin üstündeyim. Kimse alamadı ya Kerim’in kalbinden Aysel’i. Aysel çıkarıp alıyor beni cebinden. Bana bakıp daha çok ağlıyor. Yağmur gibi. Kerim olsaydı gözyaşlarından öperdi. Ama yok, yaktılar Kerim’i. Acımadan. Diri diri. Dinlemeden, konuşmadan. İnsanlıktan nasibini almamış bir sürü yaktı. Ateşini kendilerinin harladığı bir cehennemin içine attılar gencecik delikanlıyı. Yaktılar Kerim’i. Alevleri Aysel’in ruhuna sıçradı.

Aysel aldı beni. Kerim’in ise bulanmış yanık yanağına son bir öpücük kondurup sessizce uzaklaştı. Duymadı kimseyi. En son Kerim ile konuşmuştu. Kulaklarında sadece onun sesi kalsın istedi. Kendi de konuşmadı.

Deyyus Salih’e verdiler Aysel’i. Bile bile celladına gitti. Taşı toprağı altın İstanbul’a götürdü kızı Salih. Birkaç ay sonra babasının haberini aldı. Acılar içinde kıvrana kıvrana gitmiş. Ruhuna sıçrayan alevlerden bir parça sönmüş oldu böylece. Arada çekmecesinden çıkardığında dökerdi içini bana. Ben O’ydum ama aslında bana her baktığında Kerim’i görürdü. Zaten sevda da böyle bir şey değil miydi? Kendinden geçip o olmak…

Hiç çocukları olmadı Salih ile. Olsun da istemedi zaten. Anne olmak kutsaldı, güzeldi, iyiydi hoştu da işte deyyusun kanını taşıyacak olmasını yakıştıramadı çocuğuna. Bunun el kadar sabiye haksızlık olabileceğini düşündü hep. Anne babasını seçemezdi hiçbir çocuk ama elinden geldiğince engel oldu buna Aysel. Salih de hastane odasında tek başına can çekişerek ölüp gitti. Bir hastalık kapmış e bir de yaşlılık tabi, yanına da almamışlar kimseyi. Evdeyken aldık haberini. Yine benimle konuşurken, müjde verircesine çaldı telefon. “Tamam.” deyip kapattı. Bağıra bağıra ağladı. Yıllarca sustuklarının acısını çıkarır gibi. Avazı çıktığı kadar. Kerim rahat uyuyabilirdi artık. Kendisi de.

Ah tabi ya! O kadar şey anlattım kendimi tanıtmadım değil mi? Özür dilerim. Ben koca bir aile albümünün sayfalarından birinde bir ucu yanık, bir ucu yırtık sararmış siyah beyaz bir fotoğrafım. Renkli umutlarını uçurtmasının kuyruğuna takıp, gökyüzünde dolaştırırken, sevdalısına gülen genç kızın andaki haliyim. Bizzat şahidiyim ben. Kerim’in gömleğinin sol cebinden birebir tüm olaylara şahit.

Aile albümündeki sevmediği tüm fotoğrafları yakıp yerine beni koymuştu. Sonunda çekmeceden çıkmıştım. Annesinin, kardeşlerinin, arkadaşlarının  yanına iliştirmişti beni de. Bir gün yine koltuğunda oturmuş benimle konuşuyordu. Kalbini tuttu bir eliyle birden. Diğer elinde de ben, boşlukta sallandım bir süre. Sonra yerde buldum kendimi. Yine baştan başlıyorduk işte. Aysel uyan! Aysel! Yerdeyim kaldır beni buradan. Yer soğuk Aysel, üşüyorum… Duymadı. Uyanmadı da. Sonra yine o karanlık çöktü üzerimize. Sonsuz karanlık…

Ne kadar zaman geçti öyle hiç bilmiyorum. Aysel’i götürmüşler. Ben hala düştüğüm yerdeyim. 1 ay, 2 ay, 3 ay… Çok çok uzun… Vakit geçiyor. Sesler duyuyorum. “Alın bunları. Şu dolabı indirin. Eşyaları çarpmayın oğlum yavaş…”  Yabancıyım bu seslere. Sonra biri alıyor beni yerden. “Pek de güzelmiş gençken rahmetli.”  Aysel gitmişti tabi. Kavuşmuşlardı sonunda. Seviniyorum ikisi adına. Ben ne olacağım peki ya? Nereye götürüyorsunuz? Hop!  Dememe kalmadan topluca atıyorlar bizi çöpe. Kimdir bunlar, ne istiyorlar? Korkuyorum. Neden buradayız? Aysel olsaydı asla izin vermezdi bu hadsizliğe. Birkaç parça daha fırlatıyorlar yanımıza. “Eşyaların da ruhu vardır kardeşim! Böyle fırlatıp atamazsınız.” Bir duyurabilsem sesimi.

Bir kadın görüp aldı bizi sonra. Evine götürdü. Bahar gibi kokuyordu ev. Ağlaya ağlaya temizledi her birimizi. Neden ağlıyordu ki? Bilmiyordum. Yeni bir yer hazırladı. Çekindim açıkçası biraz ama o kadar uzun süre yerde kalmıştım ki bir yandan da rahat ve huzurluydum. Sonradan hatırladım. Aysel bir keresinde yine çekmeceden çıkarıp bir kadına anlatmıştı hikâyesini. Tabi ya komşusuydu bu kadın O’ydu. Neydi adı? Meftune, Meftune Hanım.

Mutlu sonla biten hikayelerin müptelası.. tohumu çatlatıp umut yeşerten kelimelerin peşinde.. Herkesin içinde mutlaka olan ama söyleyemediği sevginin sözcüsü olmaya gönüllü...

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi