Coğrafya Kederdir
Yazı- İsmail Kaynar
Fotoğraf- Leyla Helvacı
Bir şehir
Hakkâri. Dağ ormanının ortasında onlarca medeniyete beşiklik etmiş, mazbut, mağrur, muhkem bir şehir. Zap suyunun serinliği şehrin sokaklarına sirayet etmiş. Kışları soğuk ve kar yağışlı, yazları soğuk ve kar yağışsız. Nüfus sokağa çıkabilen insan sayısı kadar. Bitki örtüsü, toprağın ve kayanın herhangi bir yerini ötmüyor. Haritada biraz yeşil, çokça kahverengi ama daha çok beyaz. Bu yüzden haritanın en beyaz noktası. Bir şehirden daha azı, bir medeniyetten daha fazlası.
Bir hatıra
Öğrenci olarak dört sene gezdiğim Van sokaklarında öğretmen olarak geziyordum artık. Uzak bir ilçenin sınıra yakın bir köyünde çalışıyordum. Hafta sonları mutlaka bildiğim ve sevdiğim şehre gelip dostlarla vakit geçiriyordum. Bahar zamanı, Beşyol Meydanı’nda, Hz. Ömer Camisi’nin önünden geçerken karşıdan birisinin gülerek ve kollarını açarak bana geldiğini gördüm. Hakan abiydi. Öğrenciyken bir süre birlikte kalmıştık. Kucaklaşıp hasret giderdik. Mezun olunca Hakkâri’ye gönüllü olarak gitmiş. Bir dershanede tarih öğretmeni. Arkasında hepsi birbirinden mahcup birkaç delikanlı vardı. Onlarla tanıştırdı. Sınava gelmişler. Dua et dedi bana. Dua et, Hakkâri’nin makûs talihini yenelim, bu çocuklar iyi bir dereceyle üniversiteye girsinler. Benim duamla olmaz o, sizin bu gayretleriniz ve samimiyetiniz en büyük dua olur dedim. Ama yine de dua ettim bu delikanlılar için. Onlar makûs talihlerini yendi mi bilemiyorum ama o gençler öyle mahcup, öyle hüzünlü bakıyorlardı ki, onların gözlerinde coğrafyanın sadece kader olmadığını, aynı zamanda keder olduğunu gördüm. Bir sevinçten daha azı, bir hüzünden daha fazlasıydı.
Bir sıfat
Bir. Tekliği, yalnızlığı, biricikliği ifade eder. Eşi yoktur. Benzeri de yoktur. Çünkü bir, zirvededir ve o zirve tek kişiliktir. Bir mevsim dediğinizde artık bütün mevsimlerin ötesinde, belirli ama sizin bildiğiniz özel bir mevsimdir o. Belki hepsidir, belki de hiçbiri.
Bir hatıra
Kar yağmaya başladığında geceydi. Önce sakince, koca koca taneler şeklinde yağdı. Sabaha doğru meşhur Çaldıran rüzgârı esmeye başladı. Artık bu bir yağış değildi. Fırtınaydı. Kar fırtınası. Biteceği zamanı asla kestiremeyeceğiniz kadar uzun süren fırtınalar olurdu burada ve şimdi de onlardan biri başlamıştı. Elektrik kesildi ilk önce. Üstüne bir de suyumuz dondu. On metrekarelik alanda sıkışıp kalmıştık. Dört gün boyunca elimizde yiyecek namına ne varsa onları tükettik ama onlar da bitti. Sular donduğu için ihtiyaç oldukça kar eritip kullandık. Ama fırtına kesilmedi. Dört gün daha sürdü. Dört gün boyunca aç yatıp kalktık. Gündüz ve gece kavramı tamamen sıfırlandı. Hangi gündeyiz, günün hangi vakti ve dünyada neler oluyordu bilmiyorduk. Dünyada sadece iki kişi vardık ve başkalarının da olduğunu hayal bile edemiyorduk. Sekiz gün sürdü fırtına. Sekiz gün dünyayla, hayatla, sevdiklerimizle bağımız tamamen kopmuştu. Bütün hislerimiz körelmiş, yontulmuş, örselenmiş, geriye tek bir his kalmıştı: Var olmanın dayanılmaz ağırlığı. Bir mahpustan daha azı, bir sürgünden daha fazlasıydık.
Bir kelime
Mevsim. Üç yüz altmış beşin dörtte biri, dünyanın kadim döngüsünün eşit parçalarından biri. Onlar olmasa sıcaktan, soğuktan, rüzgârdan, polenlerden nasıl şikâyet ederdik! Onlar sayesinde daima hayattan bir bıkkınlık içerisinde yaşayıp gidiyoruz. Çünkü hep içinde bulunduğu mevsimden usanıp bir sonrakini özleyen insanoğluyuz biz.
Bir hatıra
Bir öğrencim geldi, annesi görüşmek istiyormuş. Dışarı çıktım. Sadece gözleri görünüyordu ve göz teması da kurmuyordu. Yaşlı mı genç mi olduğunu bilemedim. Bana bir şeyler anlatıyordu ve ben anlamıyordum. Öğrencim bana tercüme ediyordu önce, sonra benim sözlerimi annesine kendi dilinde anlatıyordu. O gittikten sonra hüzünlendim. Aynı toprağın, aynı suyun, aynı havanın insanlarıydık ama birbirimizi anlayamıyorduk. Kusura bakma ana, dedim, benim kusuruma bakma, senin dilini bana yabancılaştıranların kusuruna bak. Keşke bilseydim, keşke daha çok gayret edebilseydim. Keşke sevdiğim insanlara kendi dillerinde onları sevdiğimi söyleyebilseydim. Üzüntüm buydu ama daha çok pişmanlıktı. Çeyrek asırdan fazla, yarım yüzyıldan az bir pişmanlık.
Bir kitap
Hakkâri’de Bir Mevsim. Sürgün (Bundan sonra yolcu diyeceğim.) olarak Hakkâri’ye sürülen (Bundan sonra seyahat diyeceğim.) öğretmen, şehrin tek kitapçısı olan Süryani’nin kendisine verdiği harita ve kitaplarla birlikte seyahat için gönderildiği köye varır. Ama varmadan önce şehirdeki bürokrasi labirentlerinden de geçmiştir Kafka’nın şatoya varamayan kahramanı gibi. Köyde tanıştığı insanlarla bir şekilde iletişim kurma yolunu bulur yolcu. Ama hâlâ anlam veremediği şeyler vardır. Bu insanlar dilleriyle, kültürleriyle, hayatlarıyla kendinden çok farklıdır. Bir deniz adamı olan yolcu, ülkenin denize en uzak noktasındadır artık. Denizle olan tek bağı hatıralar ve göndereni meçhul mektuplardır sadece. Öğrencilerle bağ kurması hiç de kolay olmaz ilk başta. Ama yolcu olarak gelse bile, zorunlu seyahate mecbur tutulmuş olsa bile, vazifesini hakkıyla yapabilmek için çırpınır adeta. Hatta vazifesinin de ötesinde girişimlerde bulunur. Mesela hastalıktan ölen çocuklar için tedavi imkânları arar resmî makamlar aracılığıyla. Ama orada da bürokrasinin abus çehresiyle karşı karşıya gelir tekrar. Seyahatinin bittiği güne kadar her şey için çok çabalamış ama hiçbir çare bulamamıştır kadim ve kabuk bağlamış yaralara. Giderken de benliğinin ve kibrinin büyük bir kısmını dağlarda bırakmıştır.
Bir yorum
Ferit Edgü, asker öğretmen olarak geldiği Hakkâri’ye bir vefa olarak bir kısmı kurgu, çoğunluğu hakikat olan bu kitabı yazmış. Aslında kitabın ismi O. Ama sonradan filme çekilince Hakkâri’de Bir Mevsim olarak kalmış ismi. Benim için okuması hem keyifli hem de hüzünlü oldu. Zira ilk görev yerim olan Çaldıran’da, yazarın kitapta anlattıklarının aynısını hatta onlarca kat fazlasını yaşadım. İklim şartlarının zorluğu, insanların güven problemi, dil farklılığı sorunları, bürokratik engeller, birlikte çalışılan insanlar arasındaki uyumsuzluk ve elbette kişisel sorunlar görev yaptığım üç sene boyunca aşmak zorunda olduğum büyük engeller olarak karşıma çıktı sürekli. Bir kısmını aşmayı başarsam da geriye kalanlar problem olarak kalmaya devam ettiler. Orada yaşam çok zordu, zorluydu. Ama yaşamın da ötesinde insanın benliğini sağlam tutabilmesi, üzerindeki baskılar nedeniyle zordan daha zordu. Ama geriye dönüp baktığımda, yaşadığım tüm zorluklara rağmen iyi ki orada çalışmışım diyorum. Emeklerimin boşa gitmediğini ise, yıllar sonra, ilk öğrencilerimin beni arayıp sormasından sonra iyice anladım. Çünkü yetmiş kişilik sınıflarda okuyan o öğrencilerimden öğretmen, polis, asker olanlar vardı. İçimde ancak bir öğretmenin bilebileceği ince bir sevinç doğdu. Hadi itiraf edeyim, biraz da gururlandım. Bu da benim bir kusurum olsun.
Bir söz
Gidemediğin yer senin değildir diyor Halil Rıfat Paşa, lakin tam olarak öyle değil be paşam! Gidemediğim Hakkari de benim, gidemediğim Mersin de benim, Muş da benim. Sadece benim gitmemle benim olmayacak bu yerler, zaten benim olduğu için benimler. Tanıdıklarım var, bildiklerim var, sevdiklerim var oralarda. Gidemediğim için sevmekten vazgeçmeyeceğim insanlar var. Oralara benim yağmurlarım yağıyor. Benim güneşim ısıtıyor oraları. Denizlerindeki yakamoz, dağlarındaki rüzgâr, nehirlerindeki balık benim. Hele insanı, hele kültürü, hele dili, hepsi ama hepsi benim, benden bir parça, bana ait olan bir öz, bir usare, bir fikir, bir ideal, bir kültür, bir hakikat. Hatta bir hakikatten daha fazlası, bir ütopyadan daha azı.
Bir sitem
Bu sitemim kendimedir. Zira yedi sene kaldığım Van’da, tanıdığım ve sevdiğim onca insanın konuştuğu dili, bir zamanlar saçma bir şekilde yasaklı olan o dili öğrenmemiş olmaktan dolayı sitem ederim kendime. En azından güzel bir şekilde selamlaşacak kadar, hâl hatır sorup muhabbet edecek kadar, en masum ve en muteber duygu olan sevgiyi ifade edecek kadar, seni seviyorum diyecek kadar bile öğrenmemiş olmaktan dolayı üzgünüm. Geç olsa da bir kez olsun söyleyebilmeyi dilediğim sözle bitireyim: Ez ji te hez dıkım.
Bir son
Yunusça yaşayıp, Yunusça düşünenler için, Yunusça bir son söz.
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılanı hoş gördük
Yaradandan ötürü.
Yazı- İsmail Kaynar