Rüya Ormanı

Rüya Ormanı

Hikaye- Dilan Kılıç 

Fotoğraf – Julia Polyakova

Aşık oldum. Sanki yıllardır varmış gibi. İçimde, derinlerde ama çok derinlerde uyanmayı bekliyormuş gibi… Çok zaman önce öte alemlerde bir yerde, ruhumda ruhunu hissetmişim gibi…     

Alnında mesela küçük bir damar var, gülünce çıkıyor. Şimdiye kadar kimse fark etmemiş. Çok yakışıyor.   O yüzden hep gülsün istiyorum. Ve de öyle güzel gülüyor ki…               

Gözleri ya.  Ah gözleri… Koca bir orman. Alabildiğine yeşil, bütün ömrünüzü orda geçirseniz bile asla doyamayacağınız bir orman. Ormanın o insanı sarhoş eden tertemiz kokusunu ciğerlerine çekmek gibi bir şeydi gözlerine bakmak. Allah’ım sarhoş oluyordum.

Denizin dibine oturduk. Ve sustuk. Sessizliğin de çok şey anlatacağını biliyordum ama hiç yaşamamıştım. Bu şekilde. Mesela küçükken bir yaramazlık yaptığımızda annemiz kızınca susardık biz. Halının desenlerini zihnimizde bir hikayeye oturturduk. Hatalı olduğumuzu gösterirdi bu sessizliğimiz. Ne bileyim…

O gece susuşumuz aslında birbirimize içimizi döküşümüzdü. Hiç susmadan konuşsak belki anca bu kadar anlaşabilirdik. Saatlerce oturduk. Bakıştık yine kaçamak… Güldük sonra, hâlâ neden kaçıyorsak?  E üşüdüm ben biraz tabi. Ceketini omzuma at… Yok yok yaşanmadı burası. Yok öyle bir bölüm. Üşüdüm evet ama hırkam vardı üstümde. Onun üstünde de şişme yeleğim. Çünkü bir anne sözü der ki :

“Sıkı giyin, üşütme. İçine de atlet giy. Hasta olunca ben çekiyorum kahrınızı!” Aşırı mantıklı bence. Hem ben alta çıtçıtlı bad… Neyse tamam oraları şey yapmayalım.

Ne diyordum. Ben üşüdüm o benden daha çok üşüdü. Bir şey de almamış yanına. Hasta olacak bak, incecik. Yaz ama deniz kenarı işte, serin olur. Bir ara yeleğimi çıkarıp atsam mı omzuna diye düşündüm ama tabi annem geldi aklıma vazgeçtim. Arabadan yedek hırkamı aldım. Böyle de tedarikliyim işte. Bir kahraman edasıyla usulca omzuna attım.

“Normalde bunu benim sana yapmam gerekmiyor muydu?”

“Yok ya olabilir canım. Bugün sana yarın bana. Hem ben tedbirsiz çıkmıyorum. Çıtçı… Öhöhöm…  Eheh şey çay?”

“Haha tabi ya alırım.”

Allah’ım o nasıl gülmek. Bir güldü, gecem gün oldu. Gökyüzünde kırlangıçlar uçuştu da dudağının kenarında beliren o narincecik gamzeye yuva yapıverdiler resmen.

Konuştuk sonra o uzun sessizliğin ardından. İşten, evden, okuldan, edebiyattan, sanattan, hayattan her şeyden konuştuk. Ve tabi bizden. İki ayrı insandık yıllarca. Şimdi ‘biz’ olmuştuk. Çaylar bitti. Gün aydı ama biz hâlâ sahildeydik. Bir ara simit almaya gitti. Ben bekledim. Beklemek bile öyle güzeldi ki. Sonunda geleceğini biliyorsun. E bir de simitle gelecek tabi o da ayrı bir heyecan.

Bak sabahın bu vakti midemde kelebekler sağa sola çarparak, “Sal bizi artık be kardeşim!” diye feryat figan. O simit inmiyor boğazımdan, heyecandan. Küçük küçük koparıyorum elimle de bari böyle yutabileyim. Açım da biraz çünkü. Bakıp gülümsüyorum sadece. O da gülümsüyor. Alnındaki damar ve de dudağının kenarındaki gamzesi, söylememe gerek yok siz zaten anlıyorsunuz gülünce, ne güzel.

Sabah eve vardığımda uzun zamandır uyumadığım kadar derin ve huzurla uyuyorum. Rüyamda uçsuz bucaksız bir ormandayım. Alabildiğine yeşil, bütün ömrünüzü orda geçirseniz bile asla doyamayacağınız bir ormanda…

 

Hikaye- Dilan Kılıç 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi