Sonsuza Dek Uç

Sonsuza Dek Uç

Hikaye- Mus’ab Atıcı  

 

1.Kısım 

Kaleme dökülendir. (24 Eylül 93)

 

Bugün günlerden 24 Eylül Cuma. Memleketin her yanı sonbahar ama burada kış çoktan başladı. Yağmur var, deli bir rüzgâr… Bir kaç güne şu karşımda duran heybetli dağları kar kaplayacak. Yanıma aldığım kasetleri kaç defa dinledim, kaç defa walkmanin pilini değiştirdim hesap etmedim. Arkadaşlar beni uğurlarken şakayla karışık takılmışlardı. “Oğlum Siirt merkeze gitmiyorsun dağa gidiyorsun. Pil al, ruhun gıdasız kalmasın. Bedenin sağlam gelir de ölmüş ruh bizim işimizi görmez.” Haklılar, burada bölük pörçük uykuların sıcak kucağına bile bırakırken kendimi müzik dinliyorum. Ajandamı bu satırları yazmadan önce ufuk çizgisine bakarken yeniden fark ettim “dağların bu kadar dik olduğunu.” Burada zaman çok yavaş akıyor. Şimdi İstanbul’da olsam, zaman bulup bu satırların bir kelimesini bile yazamazdım. Hoş zaten burayı görmeden burası hakkında yazmak olsa olsa büyük yazarların harcıdır. Ya da kim bilir yanılıyorum, belki onlarında harcı değildir.

Yarın iki hafta olacak, iki haftadır dağdayız. Ne uyuduğum yer belli ne kalktığım yer. Üstelik 3 kilo verdim. Annem beni sabahları uyandırmaya kıymaz iki defa kahvaltı hazırlanırdı evimizde. Ne garip bana kıyamayan annemin gözyaşlarını kıya kıya buraya geldim. Şimdi belki söyleniyorsun “Bunun böyle olacağını bilmiyor muydun?” diye.  Evet biliyordum. Adım gibi, hatta gitarda bastığım en can alıcı nota gibi biliyordum. Bak en can alıcı nota deyince aklıma ne geldi? Kanlıca sahilinde otururken bir şarkı adı ile ilgili konuşmuştuk. “Sonsuza Uçmak.” “Böyle isim olmaz çok uzun!”  diye itiraz etmiştiniz. Ben karar verdim gelince gerekirse bu şarkıyı solo yapacağım.

Gece iyice bastırdı. Buralar çok sessiz, bir de üzerimize gece örtülünce iyiden iyiye dünyanın dışında gibi hissediyorum kendimi. Bak yine uzak nöbet yerinden bir bozlak düştü geceye, Kamanlı yine türkü söylüyor. ”Şikâyet olmasında bak ne haldeyim …” çocuk sanki Anadolu’nun ete kemiğe bürünmüş hali. Geçenlerde kumanyamızı paylaştık. Buraya son gelenlerden, ama bize ve dağa çabuk alıştı. Merak ettiği bir şey varmış, sor dedim. Gözlerinin içi gülerek sordu. “Komutanım, sen askere gelirken bize gösterdiğin fotoğraftaki halinden vazgeçip küpeyi çıkarıp saçı sakalı kesmek zor gelmedi mi?” dedi. Bilmem dedim. Gerçekten hiç düşünmedim. Ama aklıma saçım uzun diye evimin iki alt sokağında yediğim dayak geldi. Hani şimdi diyorum, dayak neyse de o güzelim gitar kırılmayacaktı. Dayağı anlattım bir de beni dövenlerin giderlerken “Müslüman mahallesinde salyangoz mu satacaksınız lan? “  dediklerini. Bilemiyorum, acaba onlardan herhangi bir benim yaptığım gibi seve seve buralara gelirler miydi? Şimdi arada bir aklıma gelince düşünüyorum. Onlar mı daha çok seviyor ben mi daha az seviyorum memleketi?

Sabah Uzman Çavuş ile konuştuk. Kafayı takmış gönüllü gelişime bir de sürekli gülümsememe. Mizacım böyle diyorum, ikna olmuyor. En sonunda şakasına ben asteğmenim mesele kapanmıştır diyorum emir demiri kesiyor.

Gece uzun, dağlar heybetli, aslına bakarsan yazacak çok daha fazla şey var ama ne yaparsın kâğıt bitti. Bugün 24 Eylül Cuma terhise bir buçuk ay var. Gelecek günlerde buluşmak üzere…

2. Kısım

Şahitlik edilendir. (25 Eylül 93)

 

Kaç defa döndü helikopter başımızın üzerinde, delibozuk hamlelerle? Kulaklarım çınlıyor. Aklıma ve ruhuma kazınan tek bir ses kaldı geriye. Merminin dağa taşa çarpan ıslığı. Bu sesi duymak şans mıdır? Bu defa bilmiyorum. Şimdi kucağımda uzun uzadıya yatan İstanbullu’nun yerinde keşke ben olsaydım diye geçiriyorum içimden. Ne vardı gelmeseydin buraya? Ne vardı ortak etmeseydin bizi kaderine? Biz yine ruhumuzu delip geçen arabesk şarkılar dinleseydik, bihaber yaşayıp gitseydik sesin şu rock müziğinden. Ne vardı?

Bir atış taliminden sonra sormuştum, “Sivilde ne iş yapardın komutanım?” diye. Yine gülümseyerek cevap verdi “Çalgıcıyım.” Sonra zaman zaman biz sordukça anlattı. Çok yabancıydı anlattıkları, ama çok tanıdıktı anlatışı. Dağa gitmeden önceki son gece, her zamanki gibi yine gülümseyerek “Hadi uyuyun artık sabah içtimada perişan oluyorsunuz.” dedi.

Eylül ayı, rüzgâr kırbaç gibi. Eruh’un dağlarına yağmur yağıyordu. Koca koca damlalar dağlara değil de sanki ruhumuza yağıyordu. Bir anons geçtiler telsizden. “Sivil unsurlar var. İki çocuk.” Az sonra komutan çocuklara doğru yürüyüp onları kayalıkların arkasına doğru çekti. Cebinden bir şey çıkardı. Belli ki pay etti. Çocuklar geldiğimiz yönün tersine koşarak uzaklaştılar. Komutan kayalığın oradan bize doğru yürümeye başladı. Birkaç adım daha attık. Sessiz birkaç adım… Bir ses böldü sessizliğimizi. Ortalık bir anda bayram yerine döndü. Telsizden anons geçtiler, “Temas var, siper alın!”  sonra bir anons daha peşi sıra “Komutan vuruldu, koruyun, komutan vuruldu.”

Şahidim, hemen az ötemizde toprağa düşünce bedeni, gözyaşına kanı karıştı. Kanı düştü toprağa. Yağmurla yıkandı, hep gülümseyen yüzü.                    

Şahidim, yirmi yedisinde deli dolu bir delikanlı düştü kucağıma. Adı Ümit, soyadı Yılbar. Ben bilmem, hiç dinlemedim, Pentegram diye bir rock müzik grubu varmış grubun gitaristiymiş. Yani kendi deyimi ile benim komutanımın “çalgıcıymış.” Ondan geriye yazılarla şiirlerle dolu bir ajanda, kırık dökük bir walkman ve birkaç kaset kaldı. Bir de ailesin yaşadığı sokağa verilen adı.

Şahidim, sonsuzluk bir besteyse, onun bestecisi geldi geçti kaderimizden. Hep gülümserdi belki de en çok böyle hatırlayacağım kendisini. Bir an bile geri durmadı en zor zamanlarımızda. Dünya bir günse ve o da bugünse 25 Eylül 93’te Eruh kırsalında Ümit Yılbar adında genç bir şehit düştü aziz vatan toprağına…

 

* Fly Forever (Sonsuza dek uç) adlı şarkı arkadaşları tarafından Ümit YILBAR’a ithaf edilmiştir. Ayrıca kişisel görüşüm Pentagram grubunun “Sonsuz” adlı şarkısı sanki Ümit YILBAR’ın kaleminden çıkmış gibidir.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi