İdam Örgüsü

İdam Örgüsü

Hikaye- Vagif Sultanlı 

 

Akşam epey ilerlemiş olsa da tek kişilik hücrenin kör karanlığında taş yatağın üzerine uzanan kız bunun farkında değildi – zaman kavramını kaybetmişti. Aniden sıçrayıp kalkarak neyin gerçek, neyin rüya olduğunu bilemeyen insanlar gibiydi; sanki zihni, düşüncesi vücudundan koparılmıştı. Gözleri ara sıra istemsizce tavandan biraz aşağıya, örümcek ağıyla kaplanmış dar, küçücük pencereye takılıyor, bomboş bakışları demir çerçeveye perçinlenen boşluğu tarıyordu.

Ölüm hükmü verilmişti, yarın idam edilecekti.

Hapse girdiğinden beri hayatı bütün rengini, ruhunu, güzelliğini kaybetmişti, ne kadar düşünürse düşünsün yaşadığı ömürde mutlu günler aklına gelmiyordu – zihninde her şey arapsaçına dönmüştü. Ara sıra doğup büyüdüğü Tebriz’in tarihi semtleri, hayatının sanki hiç yaşanmamış ya da bir başkasına aitmiş gibi görünen eski günleriyle ilgili uzak, çok uzak kesitler hafızasının ufkunda açılıyor fakat açıldığı gibi de hemen her şey koyu bir sisle kaplanarak kayboluyordu.

Tutuklandığından beri hapsedildiği Evin Cezaevi’nin tek kişilik hücresi hayatına öyle bir çökmüştü ki bazen kendisi bile hissetmeden geçmişini hayalinde canlandırdığında ömrünün hapiste geçen günleri daha uzun geliyordu ona. Sanki hapishanede dünyaya gelmiş, ıssız hücrelerde büyümüş, bir gün bile özgür hayat yaşamamıştı.

Bir keresinde duruşma sırasında ne zamandır hapiste olduğunu sorduğunda sorgu hâkimi şaşırarak onu süzmüş, başını sağa sola çevirerek cevap vermemişti. Acaba sorgu hâkiminin onun sorusunu yanıtlamamasının sebebi neydi? Belki soruşturmanın bu kadar uzaması yüzünden ya da başka herhangi bir sebeple sorusu cevapsız bırakılmıştı – bunu bilmiyordu. Birbirini yiyip bitiren günler, aylar arzularının boşalımıydı, sanki bütün istekleri içinden acımasızca çekilip çıkarılmış, geriye uçsuz bucaksız virane bir boşluk bırakılmıştı. Bu boşlukta sadece her şeyin tek renkli olması, ömrün, hayatın ruhunu çürüten yalnızlık ve monotonluk içinde devam etmesi değil, dünyaya neden geldiği düşüncesi onu eziyordu.

Uzun, yorucu, bir türlü bitmeyen duruşmanın gidişatından salıverilemeyeceği ilk günden belli olsa da bu denli ağır cezaya çarptırılacağı aklının ucundan bile geçmemişti. Yıllar önce aynı düşünceyi paylaştığı arkadaşlarıyla halkını İran esaretinden kurtarmak için gizli siyasi mücadeleye katıldığında çok zor bir yola girdiğinin farkındaydı. İçinde yaşadığı, ölmesine hükmeden rejimin ne kadar acımasız olduğunu da bilmiyor değildi fakat son derece dikkatli olmalarına rağmen içlerine bu kadar kolay bir şekilde hainlerin sızabileceği kimsenin aklına gelmemişti.

Duruşmada delilsiz, kanıtsız tamamen farklı bir suçlamayla yargılandığında ne kendisinin ne de avukatının şikayetleri, itirazları dikkate alınmış, ceza kanununun en ağır maddesiyle suçlanarak idama mahkûm edilmişti.

Şimdi artık bu konuyu düşünmenin bir anlamı yoktu – pek vakti kalmadığı için onu yorup bitiren önemsiz düşünceleri aklından kovup çıkarmak, son gecesini sadece kendi hayallerine sığınarak, mahrem duygularıyla baş başa geçirmek istiyordu.

Fakat ne kadar uğraşırsa uğraşsın başkaları hayatlarını eskisi gibi sürdürürken onun için her şeyin biteceğini, Tanrı’nın bahşettiği ömür payını bitiremeden dünyaya veda edeceğini bir türlü aklı almıyordu. İdam gösterisinin nasıl yapıldığını seyretmek için bütün mahkûmlar hapishanenin kapalı avlusuna getirilecek, o ise gözleri bağlanmış olduğundan ölüm seyrine toplananları göremeyecek… İşini kusursuz yapmaya çalışan cellat acele etmeden boynuna ipi geçirecek, bir iki dakika ölümle yaşam mücadelesi… ve sonra cansız bedeni dar ağacında sallana sallana aynı kaderi bekleyen mahkûmların çaresiz bakışları altında ölüme uğurlanacak…

Çocukken, aklının henüz erdiği zamanlarda kaybettiği annesinin yüzü hafızasında sisler içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Hayatı boyunca canını acıtan bu kayıp şimdi avuntuya dönüşmüştü. İyi ki annesi hayatta değildi, yoksa kadıncağız bunca acıya nasıl dayanırdı… İdamdan önce sadece babasıyla görüşmek, evladı olarak onun hayatını cehenneme çevirdiği için ayaklarına kapanıp ondan özür dilemek, helalleşmek istiyordu. Bu konuyla ilgili avukatının yazılı başvurusuna olumlu yanıt verilmesine rağmen son anda görüşmelerine izin verilmemişti. Şimdi babasının yüzünü zihnine kazımaya çalışıyor, kulaklarındaki karışık sesler içinden onun aşağılanmış, ezilmiş, garip denizlerin dalgasını hatırlatan sesini ayırt etmeye, duymaya çalışıyordu.

…Bir anda kilit sesi duyuldu ve kapı gürültüyle açıldı. Hücrenin ışığı açıldığında içeriye girenin siyah kar maskeli gardiyan üniformalı bir kişi olduğunu sezdi.

Hemen doğrulup oturdu.

Hapse girdiği bu süre zarfında duruşmalara götürülüp getirilirken gardiyanların içinde kar maskesi takanını hiç görmemişti. Kapı içeriden kilitlenince içgüdüsel olarak bunun her günkü gelişlere benzemediğini hissetti ve vücudu titredi:

“Siz kimsiniz?” diye sordu heyecanla.

Maskeyi çekip çıkaran kişinin yüzünde belli belirsiz sırıtmaya benzeyen yılışık bir ifade oluşuverdi:

“Tanımadın mı? Yoksa kendimi mi tanıtayım?”

“…”

Kız bir anda onu hatırladı – gardiyan üniformalı bu adam gizli örgütün en aktif üyelerindendi, herkes ona güveniyor, kimseye söyleyemediği sırlarını çekinmeden onunla paylaşıyordu. Örgüt toplantılarında rejime yönelik ağır suçlamalarla dolu, ateşli konuşmalarıyla defalarca herkesi etkilemişti. Bazen toplantı bittikten sonra gecenin karanlığında onu yalnız bırakmamak için evine kadar kendisine eşlik ettiğini de hatırlıyordu. Tutuklandıktan sonra örgüt üyeleri içinden kimin hain olabileceğini binlerce kez düşünmesine rağmen bu adamın hain olabileceği aklının ucundan bile geçmemişti.

“Bugün cezaevinde gardiyan olarak göreve başladım,” dedi taş yatağın üstünde kızın yanına oturup onu şehvetle baştan aşağıya süzerken. “Burada olduğunu az önce öğrendim, geceyi birlikte geçireceğiz…” diye ekledi.

Kulaklarına inanamayan kız duvara doğru büzüldü:

“Kim gönderdi sizi buraya?”

Gardiyan alçak sesle bir şeyler mırıldandı ama kız onu anlayamadı.

“Alçak, hain, şerefsiz… Demek herkese kıyan sizdiniz…”

“Sinirlenme,” diyerek kızı sakinleştirmek için kolunu tutmaya çalıştı gardiyan.

“Çekin elinizi!” diye kendisine uzanan siğil dolu elleri nefretle itti kız.

“Biliyor musun…”

“Hiçbir şey bilmek istemiyorum.”

“Bakire kızın idamı şeriata göre günahtır,” dedi kupkuru bir sesle gardiyan.

“Tuh, sizin suratınıza!”

Gardiyan hiçbir şey olmamış gibi yüzündeki tükürüğü yeniyle sildi.

“Merak etme, muta nikahımız kıyıldı… Dinimize göre…”

“Sizin dinle, şeriatla ilgili konuşmaya hakkınız yok, Allah kahretsin hepinizi.”

Gardiyanın çiçek bozuğu yüzünde hiçbir duygunun yumuşatamayacağı sert bir ifade vardı. “Şimdi ne yapacaktı?” – aniden düşündü kız ve karmaşık, anlaşılmaz duygularla biraz daha duvara kısıldı.

…Bir anlık hafızasının derinliklerinde yuvalanan garip bir duygu onu hapishane duvarlarının arasından koparıp arzularla havalandığı medrese yıllarına götürdü ve evde kimselerin olmadığı zamanlarda ablasının elbiselerini giyinerek uzun örgüleri göğsünde aynanın önünde nazlandığı, sonra da yüzünü elleriyle kapatarak hayali gerdeğe girdiği eski çağlar gözünün önünden akıp geçti…

Fakat bu durum sadece bir an sürdü, yeniden nerede olduğunu hatırlayınca vücudu boşalarak çaresizliğine yenik düştü ve yüzünde paramparça olmuş hayallerin yıkıntıları arasında kaybolan mutluluğun uzak, loş işaretleri de solup gitti.

…Bunun böyle olacağını biliyordu. Yıllar önce kadınların arasında fısıltıyla dolaşan konuşmalardan İran hapishanelerinde idam öncesi bakire kızların tecavüze uğramasıyla ilgili çok şey duymuştu. Şimdiyse kaderin beklenmedik dönüşü onu bu vahşi saldırıyla karşı karşıya getirmişti. Fakat duyduklarının içinde en korkunç olanı, idam gecesinden önce mahkûma tecavüz eden gardiyanın ertesi gün hediyelerle merhumenin evine giderek damat olduğunu söylemesi, kızın babası, erkek kardeşleri ve yakınlarını yanına alarak cenaze töreni düzenlemesiydi.

Gardiyan iriyarı olduğundan direnerek kendini savunamayacağının farkındaydı. Hücrede korunmak amacıyla bıçak ya da herhangi bir sivri alet yahut buna benzer silah bulundurmayı düşünmek bile gülünçtü ama olsaydı gözünü kırpmadan onun kalbine saplar, bu aşağılanmadan kurtulurdu. Bir ara haksız soruşturmalar, asılsız suçlamalar canına tak ettiğinde saç örgülerini boynuna dolayıp intihar etmeyi düşündüğü anları hatırladı ve şimdi iradesizliği yüzünden o sıralar bu niyetinden vazgeçtiği için korkunç bir pişmanlık duydu. Ne kaybedecekti ki… Zaten ölüm cezasına çarptırılmamış mıydı?

Gardiyan kızın direnmesine rağmen hiç zorlanmadan onun elbisesini sıyırıp çıkardı ve hücrenin köşesine fırlattı. Sonra kendisi de üzerini çıkararak taş yatağın üzerinde dizlerine sarılıp duvara kısılan kıza yaklaştı, yumak gibi büzülen vücudu kasları kabaran kollarının arasına aldı.

Kız, hiç kimsenin imdadına yetişmeyeceğini bildiğinden savunmak için umutsuzca yollar arıyor, bir yandan da onun heyecanından zevk alabilecek gardiyanı sevindirmemek için korkusunu bastırmaya, kendini toparlamaya çalışıyordu. Kızı tutkuyla kucaklayan gardiyansa kollarında debelenen narin vücudun direncini kırmakta zorlanıyordu.

Kız direndikçe yorulmak, yavaşlamak yerine heyecanı azalan vücudunda gizemli bir dalganın yükseldiğini hissediyor, hafızasının yazıları tamamen silinmiş gibi her şey gözlerine farklı bir kılıkta görünüyordu.

Kızın gözleri aniden gardiyanın boğazının gerilmiş damarlarına takılınca zihni aydınlanır gibi oldu. Ne yapacağını düşünmeye fırsat bulamadan içindeki gizemli dalga kabararak ona ilahi bir dürtü verdi ve tüm gücünü toplayarak gardiyanın şah damarını dişlerinin arasına aldı.

Bunu beklemeyen gardiyan acının şiddetiyle bağırdı, boğazını kızın keskin dişlerinden kurtarmak için geri çekmeye çalıştı ama başaramadı. Kız olanca gücüyle onun damarını ısırıp parçaladı ve ağzında kanın ekşi tadını duyunca kendine geldi. Gardiyanın damarından fışkıran kan kızın aylardan beri açlığın, işkencenin soldurduğu yüzünü kırmızıya boyadı.

Gözleri korkudan kocaman açılan gardiyan hayvani bir sesle hırladı, ayağa kalkıp kapıya koştu ama ya çıplak olduğunu fark ettiğinden ya da aklını kaybettiğinden geri döndü, deli gibi elleri havada dönmeye başladı, sonra dengesini kaybedip yere yığıldı.

Kan kokusu, yıllardan beri sigaranın, terin, rutubetin, kokuşmuş yiyeceklerin birbirine karışarak hücrenin duvarlarına sinmiş iğrenç kokusunu bastırınca kız kendine geldi ve sırtını duvara dayayarak rahat bir nefes aldı.

Sonra bin yıllık uykudan uyanmış gibi sendeleyerek duvarda asılı kirli havluyla yüzünün, ellerinin kanını sildi, az önce gardiyanın zorla üzerinden çıkardığı elbisesini giyindi ve hücrenin kalın demir kapısını sonuna kadar açarak loş koridorda uyuklayan nöbetçiyi çağırdı.

İçeriye giren nöbetçi önce olup bitenleri anlayamadı ancak yaklaşınca gördüğü manzara karşısında dehşete düştü. Çıplak, kıllı vücudu kanlar içinde olan gardiyan sırt üstü beton zemine devrilmiş, kolları yana açılmış, boğazından akan kan duvar boyunca göllenerek korkunç bir manzara oluşturmuştu.

Nöbetçi hemen geri döndü ve çok geçmeden içeriye giren hapishane müdürünün emriyle iki iri cüsseli asker kızın ellerini kelepçeleyerek onu başka bir hücreye götürdü.

Kız artık korkmuyordu, ellerine kelepçe takılmasına rağmen sanki özgürlüğünü kısıtlayan en büyük engel ortadan kalkmış gibi hafiflediğini hissediyordu.

İntikamını almıştı – bundan sonra ne olacağının farkında değildi.

İçinin sessizliğinde bulanık hafızasının durulduğunu, açmakta olan sabahın kızıl şafağında yıkanan ruhunu hissediyor, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı farklı bir hayatın başladığını anlıyordu.

 

Hikaye- Vagif Sultanlı

Temmuz- Ağustos 2022,

Semerkant – Taşkent- Bakü

Türkiye türkçesine aktaran: Aynur Kahraman 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi