Yolculuk

Yolculuk

Hikaye: Roza Ülüs

Fotoğraf: Oliver Halls

 

 

Sahneler hızla değişiyor, evler, bahçeler, yeni sürülmüş tarlalar, yeşillenmiş olanlar, yamalı bir kumaş gibi uzayıp gidiyor yanımdan. Gözümü hiç kırpmadan seyrettiğim bu birbirine tutunmuş yol kenarı hayatlar her yolculuğumda merak uyandırıyor bende. Mesela tarlanın ortasındaki şu traktörü kim sürdü? Evi oraya yakın mı? Yardım edeni var mı? Muavinin burnuma doğru uzattığı kolonyayla kendime geldim. Toparlanıp elimi uzattım, ayıp olmasın diye. “Hayır, teşekkür ederim.” cesaretini hiçbir zaman gösteremedim. Ya da elini kaldırıp, hafif bir baş hareketi ile ikramı olduğu gibi durdurmanın havası hiç olmadı bende.

Hayal aleminden uyanınca, koltuğu düzeltip ikram moduna geçtim. Bu tabut gibi yerde, insanları harekete geçiren, küçük bir tablanın üstündeki birkaç çeşit ikramı cazip kılan bedava olması mı yoksa kısıtlılık mı?

Telefonun ışığı gözüme ilişti. Annem on kez aramış, babam üç. Daha konuşalı iki saat bile olmadı. Ne değişebilir ki anne. Her seferinde “Evladım uçakla gitseydin ya neyse.” Neyse anne neyse… Beni sadece düşünceleri ile bildiler. 32 yıldır beni düşünürler ama bir kez olsun hatırımı sormadılar. Ne hissettiğimi ne merak ettiler ne de bildiler. Ne de olsa onların hayırlı evladıydım. Bazen hayırsız olup şu sıkıcı hayatı değiştirmek istemedim de değil. Onların canını sıkacak bir durumum olmamıştı ta ki üç yıl öncesine kadar. Muavinin karton bardağın yarısına kadar doldurduğu sıcak suya kararımı değiştirip kahve istedim en sekinden. Aferin oğlum harikasın!

Otobüsü biraz kafa dinlemek için seçtim aslında. Bu yollar beni bütün çıplaklığımla önüme seriyor. Gizlim saklım yok.  Akıp giden yollar evirip çeviriyor beni, türlü türlü bilinmezliklerim ortaya saçılıyor. Otobüs ömrüm oluyor, şoför sürüyor. Ama şoförler yolları iyi bilir, dört tekerlinin dilinden iyi anlar. Ya sen Ozan! Tüm bildiklerin yalan oldu. Kalkıp tekrar başlamak istedin. Doğrularına kulak tıkayıp, kovdular seni. Pes mi ettin yoksa yoruldun mu?

Son ihtiyaç molasında güneş doğmak üzereydi. Tesislere girmeden kalkıp hazırlandım. Uykusuzluğa yenilip, kendini yataklarında sanan yolcuların rahatlığına imrendim. Kapılar açılır açılmaz kendimi dışarı attım. Sabah seherinin içime işleyen serinliği ve uykusuzluğun mahmurluğuyla esneyip gözlerimdeki yaşları sildim. Hemen bir sigarayla ciğerlerimi de uyandırdım.

Yıllar sonra hatıralarımın eşsiz koca şehri içinde defalarca kaybolduğum mahallemiz, sokağın başındaki kocaman bahçe içindeki en büyük evin kapısındayım. Bir tiyatronun dekoru gibi bir tekmeyle yerle bir olacak kağıttan yapılar, benim hayallerimi yıktı. Sokağın diğer ucuna baktım bir umut taş bina okulum bu yanılgıyı çözecekti. Ancak okulum bir avuç kalmış. Anadolu’nun Gulliver’i de ben olmuştum sanki. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi. Aidiyet hissettiğim son kalem de düşman tarafından zapt edilmiş, oyunda kaybetmiş bir çocuğum. “Ozan! Ozan!” sesiyle irkildim. Yanıma yaklaşan adam tüm içtenliğiyle gülerek gelip beni kucakladı. Bırakıp tekrar kucakladı. “Kardeşim, Oktay Amca dün arayıp geleceğini söyledi. Adamcağız demese senin haber vereceğin yok. Hadi!” Sırtımı eliyle sıvazlayıp hadi komutuyla bir robot gibi yönlendirdi beni. Bu coşku karşısında marşı basmayan araba gibi ses çıkardım.

Bahçeden içeri sekiz yaşındaki Ozan girdi. Aynı limon küfü rengine boyalı iki katlı ev, meyve ağaçları serpiştirilmiş bahçe, erik ağacının altındaki tahta masa, bahçeye bakan açık mutfak camından dışarıya salınan kızartma kokusu. Kapıdan bana doğru koşturan arkadaşım. Zaman benimle büyük dalga geçiyor. Erhan oğlunu kucaklayarak “Amcası seni merakla bekledi.” demesiyle uyandım yine çocukluğumdan. Ömrümün ne hızlı tükendiğini, çok geç kaldığımı ‘amcası’ sözüyle anladım.

“Nasıl buldun buraları, niye daha önce gelmedin?”

“Aynı hiç değişmemiş” diyebildim sadece. Evet her şey yerli yerindeydi. Ama bana küçük gelen bir kazak gibi. Nasıl bu kadar küçülmüştü her şey? Dünya bu kadar büyürken, zamandan kopup nasıl aynı kalabilmişti. Karşımdaki adam hep yerinde kalmış. Küçükken hayal dünyasıyla ufkumuzu açan, yenilikleri ilk kendinden öğrendiğimiz Erhan; çocukluğu, ergenliği, gençliği ve babalığı, şu erik ağacı gibi kök salmış buralara. Mevsimler döndükçe büyümüş, yaprak döküp, bahara tomurcuklanarak meyve vermiş. Dalları tüm bahçeyi sarmış. Ben de hangi baltanın sapıyım acaba diye düşüne durayım.

Şimdi hangimize dünya dar geliyor. Kendimi bir ispat derdine düştüm. Erhan’ın o dingin, huzurlu hali benim canımı acıtıyor. Öfkeleniyorum. Bıraktığım yaştaki çocuksuluğuna kızıyorum. Dünya bir tek senin bahçenden ibaret değil.  Onlar içeri geçip kahvaltı hazırlığına girişirken ben de sigara yaktım iyice boğayım kafamdaki düşünceleri diye.

İyi bir işim vardı. Bir türlü adını koyamadığım bir ilişkim. Ve bir sabah henüz gözümden rüyam silinmemişken kolumdan tutup hayattan söküp aldılar, ayrık otu gibi. Kökünü sardı mı bahçıvan istediği gibi yetiştiremezmiş bitkiyi. Düzeni bozan(!)bahçeden atılır. Neyi bozduğumu bile söyleyemediler bana. İki yıl sonra da pardon deyip bozkıra dönmüş hayatıma salıvermişlerdi. Sonra bozulan kendi düzenimde işte debelenip duruyorum. Bir akıl tutulmasıydı yaşadığım. Öyle bir yerdesin ki ne sesin duyuluyor ne dediklerin anlaşılıyor. Yok sayıyorlar kanlı canlı adem evladını. O zaman sesimi duyan, gözüm kulağım olan Ayşe’ydi. Ne bulmuştu bende bilmiyorum. Ona tutunan bendim.

Kahvaltıdan sonra müsaade isteyip çıktım. Kendime bir düzen için çocukluğumun hatırası olan evimizin satışı için birkaç yere uğrayacaktım. Ev kiraya verilmişti. Kim oturuyor hiç bilmiyorum. Sonra birden yolumu değiştirip eve yöneldim. O da küçülmüş ama teneke kutulardaki sardunyalar hala tüm canlılığıyla orda duruyordu. Maksadım içeri girmek değildi. Tam dönecekken “Buyur kime bakmıştın oğlum” sesiyle başımı kaldırdım. Bu ev kadar erimiş bir kadın. Beni sorguya çekti. Kısaca tanıttım kendimi. Bir yakınını bulmuş gibi sevgiyle buyur etti beni çardağa. Bir anda hikayesine başladı. “Geçen ay mideme hortim indirdiler. Ülseri gastiriti bir de roflü varmış. Geçmiyor derdim a evlatcığım.”  Derdine bir dert de ben ekleyecektim. Haberi yok. Emlakçıdan hikayesini öğrenince her şeyini kaybetmiş birisinin evini elinden almak bana daha ağır gelecekti. Peki benim kaçırdıklarım?

İçimde bilmediğim duyguların kapısı açıldı. Bunlarla ne yapacağımı bilmiyorum. Gördüklerim elbet yerini bulacaktır. Bekleyip göreceğim.

Havaalanında yine baş gardiyanım aradı. İşleri halletmiş miyim? Hallettim anne, reflüsü olan kadının derdine başka dertler ekleyemedim. Ayşe’yi aradım. Onda da hummalı bir hazırlık. Kararlı ve kendinden emin tavrına vurulup aşık olduğum kadın.  Yeni bir hayata yelken açacağım ortağım. Cesur yüreklim. Her şeyi halletmiş. Bir hafta sonra diyor hayallerimize kavuşacağız. Ayşe’ye dar gelen İstanbul, bu yolculuktan sonra beni birkaç ömür daha götürür. Başka yerlerin yabancısı savrulan dalı olamam.

Kim bilir belki ben bir ceviz ağacı olurum, herkesin farkında olduğu…

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi