Onlar Şunlar Bunlar
İnceleme: İsmail Kaynar
Fotoğraf: Zeynep İpek
Biraz ilahiyat
Mahiyetiyle övünen ilk varlık şeytandı ve ondan sonra her şey değişti. Ben ateştenim, o ise topraktan diyerek başlattığı bu kibir akımı, tarih boyunca başka isimler alarak günümüze kadar geldi ve maalesef kıyamete kadar da sürecek gibi görünüyor. İşin tuhaf yanı, şeytanın bu övünmesi ve düşmanlığının karşı tarafında bizzat “insan” olmasına rağmen, bu yola en çok sahip çıkan ve meyleden de insanoğlu olmuş. İronik bir şekilde düşmanının kıyafetini giyip kendini ondan görmeye başladıktan sonra, bu akımın sahibi olan şeytanı bile hayretler içinde bırakacak işler yapanlar da yine ademoğulları arasından çıkmış. Zira şeytan her ne kadar kötülüğün zirvesinde bulunsa da, eski bir cennet mukimi olarak yaptığı işlerin bizzat yaratıcıya isyan olduğunu bilecek kadar da ilim sahibi bir varlıktır. Bunu da inkâr etmiyor zaten. Senin hak yolunun üzerine oturacağım ve onları saptıracağım diyerek isyanını katmerleştiriyor. Onu şeytan yapan da bu aldatma tercihi oluyor. Çünkü aldatmak tercihle olur, aldanmak çoğunlukla hata iledir. Bu süreci özetleyen en iyi cümle ise galiba şu: Ve insan aldandı…
Biraz Tarih
Kendi mahiyetiyle övünmenin tarihi aile ile başlıyor. Kendi ailesinde bir soyluluk vehmeden her küçük topluluk diğer topluluklar üzerinde bir üstünlük kurma hevesiyle yaşamış. Bunu başaranlar da çok olmuş. İnsanları köle yaparak aşağılayıp kendi üstünlüklerini güya pekiştirmişler. Dünya nüfusu arttıkça bu soyla övünme hastalığı kabileciliğe dönüşmüş. Artık, benim kabilem senin kabilenden daha üstün çatışmaları başlamış. Bunu ispat etmek için mezarları bile sayanlar çıkmış. (Bknz, Tekasür Suresi) Bu çatışmalar zamanla savaşlara dönüşmüş ve ırkçı komplekse sahip azınlık zümreler sebebiyle milyonlarca insan bu savaşlarda yaşamlarını yitirmiş. (Bu sözlerimden ırkçılığın bütün savaşların sebebi olduğu anlaşılmasın. Ama savaşların sebeplerinden biri olduğunu da yadsıyamayız.) Bu aşırı ırkçı söylemler sadece savaşlara sebep olmamış, küçüklü büyüklü pek çok zulmün de kaynağı olmuş. Kendini üst insan olarak gören manyakların bu acınası kibirlerinin cezasını aşağı tabaka olarak gördükleri insanlar çekmiş. Sonuç; baskılar, zulümler, ötekileştirmeler, hapisler, sürgünler, cinayetler, soykırımlar…
Biraz Edebiyat
George Orwell, distopik ve alegorik romanı Hayvan Çiftliği’nde, çiftliği darbeyle ele geçirerek başkan olan domuza şöyle bir şey söyletir: “Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir.” Ayrımcılığı, ırkçlığı, faşizmi, zorbalığı, zalimliği özetleyen harika bir cümle. Kendilerini çiftliğin asıl unsuru ve sahibi olarak gören domuzlar, çiftlik evine yerleşip saraylardaki gibi keyif içinde yaşarken, diğer hayvanlara sürekli daha iyi günler göreceklerine dair yalanlar söyleyerek onları ölümüne çalıştırıp itiraz etme potansiyeli olanları yok etme yolunu seçiyorlar. Ve bunu yaparken de sürekli düşmanları olarak lanse ettikleri insan ırkıyla perde arkasında anlaşarak onların sessizliğini garantiye alıyorlar. Bu kitapla ilgili konuşulacak yüzlerce mesele var ama mevzumuz bu kitap değil. Belki bir gün Hayvan Çiftliği’nin günümüzle olan şaşırtıcı benzerliklerini de yazarım.
Biraz Psikoloji
Zorbalık ve zalimlik bir çeşit hastalıktır. Kişi insanlığından bir şeyler kaybetmedikçe zulüm yapmaz. Zalimler hep ruhsal olarak hasta insanlardır. Yukarıdaki bahsettiğim gibi hiç hakkı olmamasına rağmen mahiyetiyle, soyuyla, ırkıyla övünüp kendini üstün görmek ciddi bir psikolojik hastalığın tam bir göstergesidir. Bu hastalığın kökeni sadece ırktan da gelmiyor. Dini, soyu, zenginliği, siyaseti, felsefeyi, bilgiyi ve daha başka argümanları referans alan farklı türleri de var bunun. Ve genel olarak hepsine birden verilen bir ad var, şeytanın açtığı ilk yolun günümüzdeki isimlerinden biri: Faşizm. Her faşist psikolojik olarak hastadır ve tedavi edilmezlerse çok tehlikeli olurlar. (Bknz: Hitler, Mussolini, Stalin, Pol Pot vb…)
Biraz Hayat Bilgisi
Lafı getirmek istediğim lokasyona ulaşmış bulunuyoruz. Önce bir soruyla girizgah yapalım.
Bunlar da mı insan? Soran kişiye göre bu sorunun cevabı ve anlamı değişmektedir. Şöyle:
İki taraf var. Bir taraf zulmeden, diğer taraf zulme uğrayan. Zulmedenler bir grubu, zümreyi, topluluğu, bir kültürü, bir ırkı yok etmek amacıyla her türlü insanlık dışı faaliyeti yapmaktadır. Yalan haberlerle o zümreye karşı düşmanlığı arttırmakta, iftira ile şeytanlaştırmakta, olağanüstü durumlar ortaya çıkararak kanun dışı işlemlerle tutuklama, insan kaçırma ve işkenceleri meşrulaştırmakta, hesap sorulamaz, sorgulanamaz bir sistem kurarak yapılabilecek bütün itirazların önünü kesmekte, bütün kurumları tek bir kişinin emrine verip hakimleri, savcıları, kolluk kuvvetlerini, gazetecileri, birer Ahfeş’in keçisi haline getirmekte, bütün bunları korkudan susan koca bir toplumun gözünün içine baka baka yapmaktadır. Ayrıca tutuklanan ve kaçırılan insanlara her türlü işkenceyi meşru görmektedir. Çünkü onlara göre, ‘’Bunlar da mı insan!’’ sorusunun cevabı belli: Hayır, bunlar insan değil.
İkinci taraf mazlumların tarafı. Zulme uğrayanlar sessizdir. Çünkü güçleri yetmez zulmü savuşturmaya. Sesleri çıksa da bastırılır. Gücü ele geçirmiş olan zalimler gayrimeşru her yolu mazlumlar üzerinde kullanırlar ve bunu meşru bir hak olarak gösterirler. Mazlumların bu ağır baskı altında yapabilecekleri bir şey neredeyse yok gibidir. Bu ortamdan kaçabilenler az da olsa kurtulma ümidi taşırlar, saklanabilenler her an yakalanıp aynı akıbete uğrama korkusuyla yaşarlar. Bu zalimlerin eline düşenleri nasıl bir sonun beklediği ise herkesin malûmu. Mazlumlar açısından zalimlere karşı yöneltilen bunlar da mı insan sorusunun tek bir cevabı var elbette: Hayır, bunları yapanlar insan olamaz.
Biraz Biyografi
Primo Levi 1919’da Torino’da liberal bir yahudi ailenin çocuğu olarak doğdu. Kimya eğitimi aldı. 1943’te anti-faşist partizan bir gruba katıldı. 1944 yılında tutuklandı ve yaklaşık bin insanla birlikte, hayvan nakliyesi için yapılmış vagonlarla Auschwitz toplama kampına gönderildi. Bu kampta hayatta kalmış çok az insandan biri olarak savaş sonrasında ülkesine döndü. 1947 yılında kampta yaşadıklarını anlatan, ‘’Bunlar da mı İnsan’’ kitabını yazdı. Yine aynı dönemi anlatan peşi sıra kitaplar yazdı. Soykırım şahidi olarak pek çok yerde konferanslar verdi. Hayatına kimyager olarak devam eden yazar 1987 yılında öldü.
Biraz Arkeoloji
Bunlar da mı İnsan kitabında derin bir kazı yapalım ilk önce. Bu bir kurgu değil, hakikatin ta kendisi. Okudukça yaşananların gerçekliği insanın yüreğine paslı bir çivi gibi batıyor. Hayvan vagonlarına yüklenen yaklaşık bin insan, İtalya’dan Polonya’ya kadar binlerce kilometrelik yolculuğa çıkartılıyor. Ama bu yolculukta hastalıktan ve soğuktan yüzde yetmişi ölüyor. Kalanlar Auschwitz’in acı dolu günlerinde yaşamakla hayatta kalmak arasında bir yerlerde, gaz odası sırasının kendilerine geleceği günü bekliyor. “Bizim en büyük şansımız (buna şans denirse eğer.) Almanların işçi gücüne ihtiyacı olduğu zamanda buraya getirilmiş olmamızdı.” diyor Levi. Kendisi ilk önce madende herkesle birlikte çalışırken kimyager olduğu öğrenilince hemen laboratuvara alınır. Orada kısmen de olsa bir rahatlama yaşar. Ama savaşın sonu yaklaştıkça herkesle birlikte koğuşlara yerleştirilir. Almanlar bir anda kampı terk ettiklerinde geride kalanlar kaçmayı düşünmezler. Öğrenilmiş bir çaresizlikle oldukları yerde beklerler. Bu arada pek çoğu soğuktan ölür. Hayatta kalabilen çok azı kurtulup memleketine döner.
Primo Levi, Bunlar da mı İnsan’ı yazdıktan sonra çok ilgi görmüş. Röportajlar yapmış, konferanslar vermiş. Buralarda kendine sorulan soruların genel bir ortalamasını alarak kendi kendine bir soru-cevap yapmış ve bu kitabın sonuna koymuş. Bence kitabın kendisi kadar etkili olmuş bu bölüm. Zira kitap, hiçbir ajitasyona ya da karşı tarafı şeytanlaştırmaya girmeden olduğu gibi gerçekleri anlatıyor. Zaten Levi’nin böyle yapması da eleştirilmiş. “Nazileri kötüleyerek kendimizi mağdur göstermek yerine, yaşanan acıları anlatarak insanların bu insanlık suçunu görmelerini sağlamak istedim.” diyor mealen. “Orada Yahudilere neler yapıldığını Alman halkı bilmiyor muydu? Neden sessiz kaldılar?” sorusuna verdiği cevap ise tarihe geçecek nitelikte. Yine mealen şöyle diyor: “Alman halkının bunları bilmemesi mümkün değildi. Hitler her ne kadar bütün iletişim ağlarını koparsa da, kendi propaganda enstrümanlarını kullanarak bu soykırımı gizlemeye çalışsa da insanlar olan bitenin ne olduğunu biliyorlardı. Nazilerin oluşturduğu korku atmosferi nedeniyle herkesin suskun kalması anlaşılır bir sebep gibi görünebilir fakat bu, yüzbinlerce insanın katledilmesinde Alman halkının bu suskunluğunun büyük bir payı olduğu gerçeğini değiştirmez.”
Biraz Tenkit
Primo Levi’nin Periyodik Tablo kitabını da okudum. Oradaki öykülerde de benzer bir tercihle Nazilerin şeytanı bile utandıran soykırımlarını anlatmak yerine nesnel bir anlatımla sadece yaşananlara yoğunlaşmış. Belki onun açısından anlaşılabilir bir durum fakat benzer zulme uğramış insanlar zalimlerin kötülüklerinin alenen ortaya çıkabilmesi için onların şeytani suretlerinin ortaya konulmasını bekliyor haliyle. Bu açıdan sert ve keskin zalim portreleri yerine yumuşak geçişlerle aktarılan kötü insanlar görüyorsunuz kitap boyunca. Ben de bu tercihi eleştirenlerin arasında yer aldım.
Ve Son Söz
Yaş kemale erince insan şunu anlıyor: Hayat kendimizi, hele başkasını üzecek kadar değersiz ve uzun değil. Zira insanoğluyuz ve kısıtlı bir ömrümüz var. Bu ömrün her saniyesini daha mutlu ve huzurlu bir yaşam için harcamamız gerekirken nizaya değmecek değersiz metalar için başkalarını üzmek çok felaketlere sebep olabilir. İnsanız dedik ama bazıları bu payeyi omuzlarında taşıyamıyor. Hayvanların seviyesine hatta daha aşağısına düşürüyor kendini.
Çünkü, insan olmak kaderle, insan kalmak iradeyle mümkündür. Bu iradeyi kullanarak zalim olmayı tercih edenler zaten ebedî hüsrana düçâr olurlar. Ama bir de gizli zalimler var. Suskunlar güruhu da diyebileceğimiz bu topluluk, korkuyla yahut bilerek ve isteyerek zulmü suskunlukları ile tasdik ettikleri için bu zulme ortak olurlar. Bu zümre için söylenecek tek söz var, Sultanlar Sultanı’nın sözünden mülhem:
Zulmü gördüğü halde susan insanın şeytandan tek farkı dilsiz olmasıdır.
Biraz Tavsiye
Nazi soykırımını ve baskısını anlatan birkaç film ve kitap tavsiyesi:
Filmler:
Schindler’in Listesi ( Spielberg’in yönetmenliğinin zirvesi olan fim.)
Piyanist (Adrian Brody bu kadar iyi miydi ya dedirten film.)
Hayat Güzeldir (Roberto Benigni’nin oyunculuğu ile herkesi ezip geçtiği film)
Çizgili Pijamalı Çocuk (Çocuk gözüyle toplama kampı, son beş dakikasına yürek dayanmaz.)
Son of Saul (Kamera açılarıyla başınızı döndüren, size zulmün merkezine götüren dehşet bir film.)
Kitaplar:
Herkes Tek Başına Ölür (Hans Fallada)
Tasfiye, Kadersizlik (Imre Kertez)
Boğulanlar Kurtulanlar (Primo Levi)