Ey Yunanistan!

Ey Yunanistan!

Gezi Yazısı: Dilan Kılıç

 

“Yalnız abicim Avrupa bitmiş. Yok yok bak şerefsizim bitmiş baba. Marketlerde raflar bomboş. Her yerde yağ kuyrukları, her yerde bir kaos, her yerde bir çaresizlik, her yerde bir şeyler bir şeyler… Bizim ülkemiz var ya cennet cennet. Bizim ülkemizde herkes özgürce hayatını yaşıyor. Kim kime karışmış soruyorum. Aç gezen mi var? Ne diyorum sana insanlar asıl Avrupa’da sefil. Her köşede üç beş homlıs. Be hey nankörler! Şükredin şükredin. Hainlik yapmayın. Fitne yaymayın ortalığa. Ulan sizi gidi törörö…”

Ay tövbe bismillah! Kâbusmuş, uyanmışız çok şükür. Çok şükür Allah’ım. Neyse, o zaman herkese sabah sabah Seda Sayan coşkusuyla koca bir KA-Lİ-ME-RA! Ay ay ay… Kurbaanee… Tamam tamam.

Efendim, kırdım şeytanın bacağını attım kenara. Aldım şengenimi, topladım cesaretimi, attım çantamı sırtıma, vurdum kendimi yollara. Şu bitmiş, mahvolmuş ve de yok olmuş yıkık ülkelerden birine bir de ben bakayım dedim. Ey Yunanistan! Ne diyorduk, evet Yunanistan. Görelim bakalım bu nasıl güzel bitmekler, bu nasıl mahvolmaklar ve de yok olmaklar… Vallahi muhteşem.

 “Bir püskevit burada ne kadar haberiniz var mı hainler? Nereden bileceksiniz. Oh hayat sizin hayat valla.  Sen telefonunu bir çıka…” Şşşhh tamam. Bir şey yok bir şey yok.

Hayat Bilgisi’nin oynadığı zamanlarda galiba ortaokuldaydım. Ailecek severek izliyorduk. Bir bölümünde Afet Hoca öğrencilerini 10 Kasım için Selanik’e götürüyordu. Yunanistan’a ayak bastıkları o ilk andan itibaren ‘Ben de gitmeliyim.’ diye diye bu yaşa geldim. Kendimi belki de oradaki öğrencilerden biri gibi hissetmiştim o zaman bilmiyorum. Törpü mesela. Çocukluk işte.  Ya da çocuk kalbi, hayali… Yok, tamam ya gözüme toz kaçtı.

İLK DURAK SELANİK

Selanik’e girişte, hayallerimdeki gibi kalsın diye burayı hiç görmemiş gibi yapayım diye düşündüm. Eski binalarıyla İstanbul’un arka sokaklarında, kalabalığıyla da Eminönü’nde geziyormuşum gibi hissettim. Ama sonra sahil kısmına doğru ilerlerken bu fikrim biraz değişti. Kalabalık maalesef aynı şekilde devam ediyordu. Ve hatta hızla çoğalarak…              

Ayrıca işte Şu Çılgın Türkler… İstanbul’da bile daha az yurttaşımı görüyorken burada böylesi bir yoğunluk. Allah Allah… Neyse ki insanı derin derin sevdalara daldıran o uçsuz bucaksız deryayı görünce bir rahatlama, gevşeme hissi geliyor.  Kalabalık yokmuş gibi davranabilirsiniz. Bir süre.

Aya Dimitrios Katedrali; Selanik’teki iki önemli kiliseden biri. Dimitrios Hristiyan bir komutan. O dönemde de Hristiyanların büyük düşmanı Dioklitionos Roma kralıymış. İsme bak. Mendebur adam. Anadolu sorumlusu da kim? Hadi bilin bakalım. Gülesim geliyor ama neyse. Damadı Maksimianos. Ah damat da damat. Allah’tan bakan yapmamış. Ay durmuyor şu gülmelerim, Allah’ım sen hayra çıkar. Sonra işte bu damat, Dimitrios’un Hristiyan olduğunu bilmeden Selanik dükü olarak atamasını yapıyor. Dimitrios da fırsattan istifade ‘Ben askerlerime Hristiyanlığı bir anlatayım, öğreteyim de puta muta tapmasınlar.’ diyerek cesurca Hristiyanlığı anlatmaya, eğitim vermeye başlıyor. Çok kısa bir süre sonra da birçok kişi Hristiyanlığa geçiyor.

Sonra birkaç trol, damadı taglayarak, ay pardon ya niye böyle oldu karıştırdım ben. Çok özür dilerim. Birkaç ispiyoncu putperest Maksimianos’a giderek Dimitrios’un putlara karşı konuştuğunu, askerlere Hristiyanlığı öğrettiğini söylüyor ve sonrasında kanlı tarihin sayfalarına bir yenisi daha ekleniyor. Hristiyanlar, Dimitrios’u tam da öldürüldüğü yere gömüp bir de küçük bir tapınak yapıyorlar. Bundan sonra da Aziz Dimitrios, Selanik şehrinin koruyucusu olarak anılıyor.

Kilise 7. yüzyılda çıkan yangın sonucu yok oluyor. Yerine hemen yenisi yapılıyor ve yeniden Hristiyanlığın hizmetine sunuluyor. Fakat sonraki yıllarda şehir Osmanlı egemenliğindeyken camiye dönüştürülüyor. Bu sefer de Türk mahallesinde çıkan büyük yangının buraya sıçraması nedeniyle tamamıyla yanıp yok oluyor. Yanmış olan bu bina sonraki yıllarda yeniden inşa edilip varlığına günümüze kadar kilise olarak devam ediyor. 1988 yılında da Unesco dünya kültür mirası olarak ilan edilmiş. E sonuna kadar hak ediyor. Helalühoş olsun. 

Aziz Dimitrios’un anıtı ise hemen kilisenin bahçesinde bulunuyor. İşte zalim bir kral ve damadı daha tarihin en ücra köşesine gömülüp gitmiş ve onlara karşı cesurca savaşmış bir kahraman hâlâ halkın gözü önünde, dilinde, kalbinde…

 

Atatürk Evi; Atatürk 1881’de doğduğu bu evde ailesiyle birlikte, babası Ali Rıza Efendi’nin 1887’deki vefatına kadar yaşamış. Ancak Ali Rıza Efendi’nin vefatından sonra ailenin yaşadığı maddi zorluklardan dolayı Zübeyde Hanım evi kiraya vermiş. Kendisi de çocuklarıyla birlikte, önceki yıllarda eşi Ali Rıza Efendi’yle birlikte inşa ettikleri evin yan tarafındaki küçük eve yerleşmiş. 1907’de Atatürk doğduğu bu eve subay olarak geri dönmüş. Fakat 1908’de bu eve yakın başka bir ev satın alarak oraya yerleşmiş. 

Atatürk, Selanik’ten ayrıldıktan sonra annesi ve kardeşi bu evde yaşamaya devam etmişler. 1912’de Selanik Yunanistan yönetimine geçince Zübeyde Hanım ve kızı Makbule Selanik’ten ayrılıp İstanbul’a gelmek zorunda kalmış. Sonraki süreçte de bu ev Türkiye ve Yunanistan arasındaki anlaşma gereğince Yunan Hükümeti’ne bırakılmış ve sonra da Yunan bir aile tarafından satın alınmış. 

29 Ekim 1933 yılında Selanik Belediyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. yılında Türk-Yunan dostluğunun göstergesi olarak evin sokak kapısına Yunanca Atatürk’ün bu evde doğduğunu yazan bir plaka yerleştirmiş. Daha sonra Selanik Belediyesi tarafından satın alınan evin anahtarı Atatürk’e hediye edilmek üzere Türkiye Konsolosluğu’na verilmiş. Şu anda da Atatürk Evi, Türk Konsolosluğu ile aynı bahçede bulunuyor. 2012 ‘de yeniden restore edilen ev, Yunan hükümeti tarafından ‘Modern Anıt’ olarak tescillenmiş. 

Evin bahçesine girer girmez inanılmaz bir gül kokusuyla karşılaşıyorsunuz. Hatta daha kapının önünde sıradayken bile hafif hafif gül kokusu çalınıyor burnunuza. Ali Rıza Bey tarafından dikilen bir nar ağacı duruyor bahçenin bir köşesinde. Evin girişinde mutfakta o an o haliyle ne düşündüğünü merak ettiğim küçük Mustafa’nın, üst katta sol taraftaki odada cam kenarında koltuğuna kurulmuş büyük Atatürk’ün, hemen karşı odasında ise bütün tontonluğuyla Zübeyde Hanım’ın balmumu heykeli bulunuyordu. Değişik bir histi. 

Sonra sanırım aşağıdaki odalardan birinde bir kürsü vardı. Kürsüyü görür görmez tam anlamlandıramadığım bir his oluştu içimde. Bu kürsüyü, bu odayı çok yıllar önce rüyamda gördüğümü hatırladım. Ve inanamadım. Rüyalar hakikat âlemine açılan sayısız kapılardan sadece bir tanesi. Al işte yine bir şükür sebebi…

Aristoteles Meydanı; Selanik’in göbeği olan bu meydan 1950’lerde inşa edilmiş. Selanik’in Avrupa standartlarında bir mimari esintiler taşımasını istemişler ve Aristoteles Meydanı’nı yapmışlar. Aristo’nun heykelini de kondurmuşlar hemen kenara. İstanbul için Taksim, İzmir için Gündoğdu, Ankara için Kızılay neyse Selanik için de Aristoteles meydanı aynı öneme sahip. Birçok konuşma, kutlama, protesto burada yapılıyor. 

Aristoteles Meydanı’ndan sahil tarafına geçip bir yerlerde oturalım da bir kahve içelim derseniz, vazgeçin. Çünkü oturacak boş yer bulamayabilirsiniz. Aşırı kalabalık, çok kalabalık, fena kalabalık… O yüzden yine meydana dönün yukarı doğru çıkın. Meşhur Terkenlis Pastanesi’ne doğru şöyle heyecanlı bir yürüyüş… Terkenlis’ten aldığınız üzümlü çörek ve sallama çayınızla birlikte şimdi sahile doğru yürüyün. Tam da kıyıda boş gördüğünüz banka kurulun. Yanınıza gelip melül melül bakan güvercinle de çöreğinizi paylaşabilirsiniz. Ayrıca bir yudum demleme çaya hasret kaldım. Bunu da belirtmeden geçemeyeceğim, teşekkürler.

Beyaz Kule; Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bizans kulesi yerine yapılan ve Galata Kulesi’nin biraz daha iri yapılısı gibi duran bu kule Selanik’in sembollerinden biri.  Kulenin mimarı bazı kaynaklarda Mimar Sinan olarak geçse de Venedikli mimarlar tarafından yapıldığı kabul edilmiş.  Yapıldığı dönemde savunma amaçlı kullanılmasının dışında bir de zindan olarak kullanılmış. 

1926’da yine kanlı tarih defteri açılıyor. Ve bir sayfa daha… O yılda kulede büyük bir katliam oluyor. Ve bu katliamdan dolayı kulenin adı Kanlı Kule olarak değiştiriliyor. Balkan Savaşları’ndan sonra şehir Yunanistan hâkimiyetine girince de esas rengi kum sarısı olan kule beyaza boyanıyor. Böylece beyaz rengin yaydığı o temizlik, saflık, ferahlık enerjisi ile kulenin halkın üzerinde bıraktığı kanlı geçmişinin izlerinin silineceği düşünülmüş.  Ama maalesef kule zamanla yine eski rengini almış. Geçmişi peşini bırakmamış Beyaz Kule’nin yani…

 

Büyük İskender Heykeli; Beyaz Kule’nin biraz ilerisinde Büyük İskender Parkı’nda sizi, şaha kalkmış atının üstünde Büyük İskender karşılıyor. Yunanistan Makedonya’yı Büyük İskender’e sahip çıkmakla suçluyormuş. Hatta Yunanistan’da Batı, Orta ve Doğu Makedonya olmak üzere üç bölge olduğu için Makedonya ülkesinin de isminin değişmesini istiyor. E ama kardeşim ülkenin de ismine karışmayıver yahu.  Sen değiştir ismini çok meraklıysan. Maalesef Makedonya’yı devlet olarak tanımadığı için tenezzül edip pasaportlarını dahi kaşelemiyorlarmış burada. Basit bir A4 kâğıdını kaşeleyip tutuşturuyorlar ellerine. Lütfettiniz efendim. Yunanistan oyuncağını paylaşmak istemeyen çocuk gibi. İskender’ini paylaşmıyor. Bir de Yunan milliyetçileri eğer isim konusunda eyvallah derse, Makedonya’nın kendilerinden toprak talebinde bulunacağını düşünüyormuş. Allah Allah.

Sence de biraz abartmıyor musun Ey Yunanistan?  Sadece bir soru.



 

Mutlu sonla biten hikayelerin müptelası.. tohumu çatlatıp umut yeşerten kelimelerin peşinde.. Herkesin içinde mutlaka olan ama söyleyemediği sevginin sözcüsü olmaya gönüllü...

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi