Masal Bu Ya
Hikaye: Yasemin Tatlıseven
Fotoğraf: Igbal Farooz
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken. Ben anamın, babamın beşiğini; tıngır, mıngır sallar iken. Anam düştü beşikten, babam düştü eşikten… Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanlardan birinde, ufacık bir köyde, çok mutlu insanlar yaşarmış. Bu köyde yaşayanların, bu kadar mutlu olmalarının sebebi, ellerinde bulundurdukları mutluluk iksiriymiş.
Harfi var noktası yok, yapacak ustası yok. Başımda hindi, dinleyin şimdi… Bu güzel köyde yaşayanların tek amacı varmış; o da çevredeki herkesin mutlu olması imiş. Etraftaki tüm insanların mutluluğu için çalışıp dururlarmış. Zaten köyde herkes kardeş gibiymiş. Kimin bir sıkıntısı olsa bütün köylü yardıma koşarmış. Düğünlerde omuz omuza halay çekilir, hasat zamanı el ele çalışılırmış. Velhasıl başınızı ağrıtmayayım, küsmek nedir bilmezlermiş.
Bu köyde çocuklarda çok mutluymuş. Kışın, karla kaplanan bembeyaz yaylalarda, kızakla kayarken; baharda, sapsarı kesilmiş rapiska tarlalarında koşturup dururlarmış.
Aradan ben diyeyim üç ay, siz deyin dört ay geçmiş. Günlerden bir gün, bir seyyah uğramış köylerine… Hemen köy odasını hazırlamışlar seyyah için. Evlere de haber salmışlar, “Misafirimiz var, ocaklar yakılsın, yemekler kaynasın” diye. Hava kararmadan sofralar kurulmuş, beraber yenilmiş, içilmiş. Yemekler bitince, “Eee anlat bakalım seyyah efendi, nereden gelir, nereye gidersin” demiş köyün en ileri geleni… Seyyah başlamış anlatmaya. Anlattıkça anlatmış, anlattıkça anlatmış. Ancak köylünün içi kararmış. Duyduklarından öyle korkmuşlar ki sabaha kadar herkes kabuslar görmüş. Gayri ötesini ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.
Sabah olup, seyyahı yolcu ettikten sonra, oturup kara kara düşünmeye başlamışlar. Çünkü; seyyah onlara, bu köyün mutluluğunu çekemeyen, kötü kalpli bir kraldan bahsetmiş. Kral çok güçlüymüş. Yakında köyümüze gelir diyerek, korku içinde yaşamaya başlamışlar. İçlerinden bazıları bu korkuya daha fazla dayanamayıp, köyden uzaklaşıp ormana saklanmışlar. Bazıları da eşyalarını toplayıp, köyü terk etmişler. Köyün, o eski şen şakrak halinden geriye hiçbir şey kalmamış.
Gel zaman, git zaman, var biraz da sen oyalan… Bir gün; kral ve askerleri çıkıp köye gelmişler. Kral kendisinden önce, korkusunun köye geldiğini hemen anlamış. Askerler evleri didik didik ararken, kralda atında böbürlene böbürlene sokaklarda dolaşıyormuş. Yakalananlar tek tek köy meydanına getirilmiş. Kral mutluluk iksirinin kimde olduğunu sormuş. Kimseden ses çıkmamış. Bir daha yüksek sesle, “İksir kimde” diye bağırmış. Yine çıt çıkmamış. “Atın bunları zindanlara” diye, kükremiş sonra… Askerler zavallı köylüleri ayaklarından prangalayıp, sarayın yedi kat altındaki zindanlara hapsetmişler.
Aradan aylar geçmiş, yıllar dolmuş derken. Uzak diyarlardan bir seyyah çıkagelmiş saraya… Önce kralın talimatıyla sofralar kurulmuş. Seyyahı doyurup, sulamışlar. Sonrada huzura çağırtmışlar, “Eee anlat bakalım, nereden gelir, nereye gidersin” demişler. Seyyah başlamış anlatmaya. Anlattıkça anlatmış, anlattıkça anlatmış. Kral ve avanesi, seyyahın anlattıklarına şaşırıp kalmışlar. Çünkü seyyah, köyden kaçanların gittikleri köylerde, doğudan batıya kadar, herkese nasıl mutluluk bulaştırdıklarını, mutluluğun nasıl bir çığ gibi yayıldığını ve tüm köyleri etkisi altına aldığını anlatmış. Uzun sözden berisi, ala tavşan derisi… Kral bu işe çok sinirlenmiş, “Demek iksiri yanlarında götürmüşler” diye söylenmeye başlamış. O hışımla tahtından fırlayıp ayağa kalkmış. Kral önde, askerler arkada zindana inmişler. Yıllar önce, yerin yedi kat dibindeki zindanlara attığı köylülerin, sefil ve rezil haline bakıp, keyiflenmeyi umuyormuş.
O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan… Zindana geldiklerinde kral gözlerine inanamamış. Hapisteki köylülerin bir eli yağda, bir eli baldaymış. Herkes çok mutluymuş. Kral gardiyanlara bu yemeklerin nereden geldiğini sormuş. Zavallı gardiyanlarda gördüklerine inanamıyor, “Vallahi biz vermedik” demekten başka cevap bulamıyorlarmış. Kral, “O zaman iksir burada olabilir” diye içinden geçirmiş. Bağırarak “İksiri bana verin” demiş. Beyaz saçlı, tonton mu tonton, babacan mı babacan, yaşlı bir adam ileri çıkmış. Kırışmış elleriyle demir parmaklıkları sıkıca kavramış. Kralın kulağına bir şeyler fısıldamış. Kral bu sözlere oldukça sinirlenmiş. Köylülerin; rutubetli zindanlarda çürümelerini beklerken, hepsinin birer filozofa dönüştüğünü fark etmiş. En kötüsü de o tonton yaşlının, doğru söylediğini hem kendisi, hem de saraydaki herkes biliyormuş.
Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin, ana-baba sözü dinlemeyenin, hali yamanmış. Şu karşıki dağlardaki dumanmış. Kötü kalpli kral, o gece buz gibi sarayında, ihtişamlı yatağına uzanmış. Yaşlı bilgenin söylediklerini düşünerek uykuya dalmış. Sabah sarayın duvarlarında yankılanan tek ses “ Kral öldü, kral öldü” olmuş.
Günler sonra tüm tutsaklar serbest bırakılmış. Bundan sonraki hayatlarında, sevdikleriyle birlikte mutlu, mesut yaşamışlar. Bazı insanın dili dikendir batar, bazısının dilinden de bal akar. Bu masalı yazan bahtiyar, dedi ki her masalda mutlaka güzel bir öğüt yatar. Sevdiklerine kavuşan köylüler, tonton dedeye, o gün krala ne söylediğini sormuşlar. Yaşlı adam cevap vermiş ; “Ey mutsuz kral! Yıllardır, fani bir iksir şişesi arar durursun. Bizim ise mutluluğumuz maddiyata bağlı değildir. Biz gönlümüze bakarız, güzel görür, güzel düşünürüz. Mutluluk iksirimiz bir şişenin içinde değildir. Bizim sevgi dolu yüreklerimizdedir ve biz nereye gidersek o da bizimle gelir. Ne senin bizi hapsetmen engel olabilir buna, ne de bizi sürgün etmen fayda verir sana… Dostlarımız da bizim gibi gittikleri yerlere taşırlar bu iksiri. Sen istediğin kadar uğraş dur, asla mutlu olamayacaksın.”
Gayri karardı göz, tükendi söz. Gökten üç elma düştü. Biri bu masalı yazana, biri okuyanlara, diğeri de kimsesiz kuzulara kol kanat olanlara…
Hikaye: Yasemin Tatlıseven