Almanya’dan Gelen Kutu

Almanya’dan Gelen Kutu

Hikaye- Yasemin Tatlıseven 

Dört kafadar saman balyalarının arasında oturmuş, şahane bir plan yapıyorlardı. Yaz tatiline yeni girmişlerdi. Her yaz olduğu gibi, karneleri alır almaz köye gelmiş ve dört kuzen sonunda buluşmuşlardı. Yaşları 8 ile 12 arasında değişiyordu.  Birbirleriyle özlem giderdikten sonra akıllarına ilk gelen şey, geçen yaz tatilinde yarım bıraktıkları iş oldu. Artık; o aptal kutunun içinde, ne olduğunu öğrenmenin vakti gelmişti.

Güneşin kavurucu sıcağı altında oturuyorlardı. Bahçe kapısından seslenen babaanneleri gölgeye geçmelerini söyledi. Sıcaktan kavrulduklarını o an fark ettiler. Mehlika, “ Ben çok susadım” dedi. Ertunç cevap verdi, “ Haydi dedemin verdiği harçlıklarla bakkala gidip gazoz alalım”. Dört kafadar köydeki tek dükkan olan kooperatif bakkalına gittiler. Bu kelimenin telaffuzu, köylüler için oldukça  zordu. Bunun için zavallı bakkalın adı Koptirif olarak kalmıştı. Bakkalı işleten Mehmet Emmi’de Koptirif diye anılır olmuştu, öyle ki adamın gerçek ismini sorsalar kimse hatırlamazdı. Çocuklar dükkanın kapalı olduğunu görünce, yürüyerek Koptirif’in evine gittiler. Bahçede köpek olabileceğini düşünerek içeriye girmediler. Zaten her bahçede mutlaka en az bir tane köpek vardı. Bahçe duvarının üstünden “Koptiriiiif, Koptiriiiif” diye seslenmeye başladılar.  Dört-beş seslenmeden sonra; Koptirif bir elinde sekiz köşeli kasketi, diğer eliyle gözlerini ovuşturarak sundurmaya çıktı. Muhtemelen bu sıcakta dükkanda sinek avlamak yerine, evde serin serin uyumayı tercih etmişti. Uykudan uyandırıldığı için kızmadı, çocukların isteğini yerine getirmek için birlikte dükkana doğru yürüdüler.

Koptirif; sade gazozların kapaklarını, kör bir bıçak yardımıyla, teker teker açtı. Gazozlarını alan çocuklar, bakkaldan çıkıp, kapının yan tarafındaki sedire sırayla oturdular. Koptirif eve dönmeye üşendi. Küçük müşterileri yüzünden bölünen  uykusuna, sandalyesi üzerinde devam etmeye karar verdi. Ayaklarını bir başka sandalyeye uzattı, kasketini yüzüne indirdi.

Çocuklar da bu sıcakta eve gitmeye üşenmiş, bakkalın önünde planlarının üstünden son kez geçiyorlardı. “Gece, herkes uyuduktan sonra evden çıkacağız, anlaştık mı?” dedi, Hüseyin. Hep bir ağızdan “Anlaştık” diye bağırdılar. Kendilerini öyle kaptırmışlardı ki, Koptirif  yeni dalmak üzere olduğu uykusundan sıçrayarak uyandı. Neredeyse sandalyeden düşecekti. Son duyduğu cümleyi anlamaya çalışarak, toparlandı. “ Herkes uyuduktan sonra mı çıkacaklar?!”

……..

Akşam olmuş, dut ağacının altına sofralar kurulmuştu. Çok kalabalık oldukları için üç sofra kurmaları gerekiyordu. Birinde erkekler, diğerinde kadınlar oturuyor, üçüncü sofrayı da çocuklar şenlendiriyordu. Dedeleri; akşam namazını kılıp, camiden eve gelince, yemeğe başladılar.  Babaanne, yine her zamanki gibi, torunları geldi diye kaz kesmişti. Maaile yenen bu yemeklerde herkes çok mutlu olurdu. Ilık esen meltem rüzgarlarına , sofradaki çatal, kaşık sesleri eşlik etti.

Yemekler yenmiş, çaylar içilmişti. Sundurmadaki minderlere oturulmuş, çok derin sohbetlere geçilmişti. Yine eskilere dalmışlardı. Dedeleri, bu köye nasıl göç ettiklerinden bahsediyordu. Ceplerinde  beş kuruş dahi olmadan geldiklerini, olan az bir miktarı da yolda harcadıklarını ve burada sıfırdan başlayarak nasıl yeniden bir hayat kurduklarını anlatıyordu. Çocuklar dedelerinin dizinin dibine oturmuş, adeta ağzından çıkan her cümleyi pür dikkat dinliyorlardı. Yaşça diğerlerinden büyük olan Ferda dedesiyle gurur duyuyordu.

………

Esnemeye başlayanlar, müsaade isteyerek odalarına çekildiler. Kalanlar sohbete devam ettiler. Herkesin uykusu gelip, el ayak tamamen çekilince, dört kafadar usulca bahçeye çıktılar. Etrafta ürkütücü bir sessizlik vardı ve her yer çok karanlıktı. Hüseyin cebinden bir el feneri çıkardı. İyi ki bunu akıl etmişti, yoksa yönlerini bulamayacaklardı. Korkudan el ele tutuşup usulca yürümeye başladılar. Köpekleri Co’da onları takip ediyordu. Farkında değillerdi ama peşlerinden gelen bir kişi daha vardı.

Selime Teyze’nin evine vardıklarında, ışığı yanan odayı uzaktan gördüler. “İşte” dedi Mehlika, “Gördünüz mü? Odada televizyon seyrediyor olmalılar!”

Selime Teyze ve eşi yaşlı bir çiftti. Yalnız yaşıyorlardı. Yazları Almanya’da ki kızları tatil için yanlarına gelir,  bir ay kalır, sonra tekrar Almanya’ya dönerdi.  İki sene önce geldiğinde anne ve babasına bir kutu içinde, 37 ekran  televizyon getirmişti. Daha önce hiç televizyon görmeyen köylüler ve çocuklar her akşam Selime Teyzeler’e gitmeye başladılar. Selime Teyze bununla baş edemeyeceğini anladığından, en başından beri televizyonu onların yanında hiç açmamıştı. Köylüler , belki bu gece çalışır ümidiyle 3-5 gün sürekli Selime Teyzeler’e gitmişler ve en sonunda bu sevdadan vazgeçmişlerdi. Ancak çocuklar dur durak bilmiyor, adeta nöbetleşe, sürekli Selime Teyzeler’in evini gözetliyorlardı. Köydeki söylentilere göre anten diye bir şey vardı ve o olmadığı için televizyon çalışmıyordu. Bazı dedikodulara göre de  kimse görmesin diye gece çalıştırıp izlediklerinden bahsediliyordu.  Bizim dört kafadarda bu ikinci söylentiye inanmış ve bu gece onları suçüstü yakalamaya ant içmişlerdi.

Hedefe ulaşmış sayılırlardı, ancak daha ciddi bir kanıta ihtiyaçları vardı. En azından pencerenin önüne kadar gidip, televizyonun sesini duymalıydılar. Ferda büyük olmanın sorumluluğuyla, “Ben önden gideceğim, siz burada bekleyin” dedi. Hüseyin ileri atıldı, “Hayır, sen kızsın, bu erkek işi, önden ben gideceğim, fenerle size işaret verdiğimde, yanıma geleceksiniz”dedi. Grup bu öneriyi kabul etti. Hüseyin fenerin ışığını kapatarak eve doğru ilerlemeye başladı. 10 metre anca gitmişti ki,  arkasında bir hırıltı hissetti. Olduğu yere çakıldı. Korkudan tir tir titriyordu. Tüm vücuduyla geriye doğru dönmeyi denedi. Hiç abartmıyordu, neredeyse kendi boyu kadar büyük bir kangal köpeğiyle göz göze geldi. Gözlerini kapadı. Ve o anda bir arbede oldu, köpek havlamaları, bağrışmalar, çığlıklar geceyi çınlatmaya yetti. Elinden düşen fener yere çarpıp kendiliğinden açılınca, pantolonunun paçasından tutmuş kangalı gördü. Bu gördüğü son kareydi. Yere düşerken dedesinin’in sesini duydu, “Koptirif  sağında, o tarafa koş” diye bağırıyordu. Kafasını hızla yere çarptı ve bir kez daha gözlerini açıp kapamak istedi. Gördükleri karşısında şaşkına döndü. Selime Teyze’nin ışığı yanan odasının kapısı açıktı ve tam karşısındaki televizyonda bir kadın şarkı söylüyordu.

 

40 YIL SONRA…

Sinema salonundaki tüm seyirciler ayaktaydı ve salon alkıştan yıkılıyordu. Perde kapanıp, ışıklar yanınca, bütün gözler Mehlika’ya döndü. Onu tanıyanlar bizzat gelip elini sıkarak tebrik ediyorlardı.  Bu son bir yıldır üzerinde çalıştığı filmin galasıydı. Seyircilerle birlikte salondan çıktılar. Lobideki yuvarlak masalardan birinin yanında duran Ertunç ve Ferda’yı gördü. Hızlıca yanlarına gitti. Filme yetişemedikleri için özürlerini bildirdiler ve Mehlika’yı tebrik ettiler. “Keşke Hüseyin’de aramızda olsaydı” dedi Ertunç.  Sonra filmden, ailelerinden, köyden sırasıyla bahsettiler. Köy deyince o geceyi hatırladılar. Ferda gülmeye başladı, “Koptirif olmasaydı, o gece halimiz dumandı” dedi. Ertunç devam etti, “İyi ki akşam namazında dedemi görmüş ve sizin veletler bu gece herkes uyuduktan sonra bir iş çevirecekler demiş, yoksa gerçekten bitmiştik.”

O gece dedeleri, Koptirif’in anlattıklarından sonra uyumamış, çocukların bahçede toplandığını görünce,  Koptirif’le birlikte peşlerine takılmıştı.  Selime Teyzeler’in evine vardıklarında, dedesi oraya neden geldiklerini anlamış, bu sırada Hüseyin’in tam arkasındaki hırıltıdan köpeği fark etmiş, Koptirif’le hızla ileriye atılmışlardı. Ancak karanlıkta boşa hamle yapıyorlardı. Çıkan arbededen arkadaki çocuklar korkmuş , çığlık atmaya başlamışlardı. Bu sırada fener yere çarpmış ve ortalığı aydınlatmış, Hüseyin’i  yere düşerken görmüşlerdi. Büyük bir kangal köpeği Hüseyin’i paçasından çekiştiriyordu ki arkalarından gelen kendi köpekleri Co kangalın üstüne atlamış ve Hüseyin’i kurtarmıştı. Hüseyin düşmenin etkisiyle ufak bir baygınlık geçirmişti. Tabii ki bahçedeki bunca gürültüye ev sahibi Selime Teyze ve eşi de kayıtsız kalamamış, korku içinde bahçeye koşmuşlardı.  Hüseyin’in gözlerini açtığında ilk gördüğü, açık kalan odanın kapısından sızan televizyonun görüntüsüydü.

……….

Bu olaydan sonra dedeleri, her çocuğunun evine birer televizyon aldı.  Selime Teyze ise evini tüm köylüye ve çocuklara açtı. Evi adeta bir sinema salonuna döndü, ama bu durumdan hiç şikayetçi olmadı. Aksine yalnız yaşadıkları ev çocuk sesleri ve komşularının kahkahalarıyla şenlendi.

Mehlika: Ünlü bir yönetmen oldu ve ödül üstüne ödül aldı.

Ertunç: Edebiyat öğretmeni  oldu ve dedesinin göç hikayelerini anlatan bir kitap yazdı. Mehlika bu kitabın filmini çekeceğine söz verdi. Ertunç ikinci kitabında Koptirif’in hayatını yazmayı planlıyor.

Ferda : Dedesinin köy evini restore ettirdi. Her zaman gurur duyduğu dedesinin arazilerinde  çiftçilik yapıyor. Dut ağacının altında kalabalık sofralar hazırlamaya devam ediyor.

Hüseyin: Kangal köpeği yetiştiriciliği yapıyor ve  köpeklerini çok seviyor.( Onlardan bir an olsun ayrılamadığı için galaya katılamadı.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi