Çakıl Taşları

Çakıl Taşları

Hikaye- Safiye Yılmaz 

Kadın, hastane bahçesine girince biraz duraksadı. İki elini birbirine kavuşturup gerginliğin getirdiği bir sıkıntıyla ellerini ovuşturdu. Geri dönüp dönmemek arasında bir anlık tereddüt yaşadı fakat yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Ayağının altında, bahçedeki çınar ağaçlarından dökülen sarı yaprakların çıtırtısı duyuluyordu. Sağ elini montunun cebine soktu ve cebindeki taşları eliyle sıktı.

Babasının bir hastane odasında son nefesini vermek için gün saydığını öğrenmesinin ardından sadece bir saat geçmişti. Yalnız yaşadığı evinin küçük mutfağında kendisi için yiyecek bir şeyler hazırlıyordu. Bahçeye bakan; bir tarafı kırılmış sonra bir bantla yapıştırılmış mutfak penceresinin önündeki radyodan bir müzik açmış, hem şarkıyı mırıldanıyor hem de iki yana salınıp duruyordu. Telefonun çalmasıyla bir anda irkildi. Arayan kuzeniydi. Baba tarafıyla çok sık görüşmediği için kuzeninin araması O’nu biraz şaşırtmıştı. Az önce dinlediği müziğin etkisinden aniden çıkmış, telefonu soğuk bir alo ile açmıştı. Aldığı haberle bedeni buz kesmiş, bütün duyguları donmuştu sanki.

Ne oturabildi, ne yürüyebildi. Öylece mutfağın ortasında bir put gibi kalakalmıştı. Zihninde bir anıyı tarıyor gibi gözlerini duvarın bir noktasına sabitlemişti. Dakikalar sonra nerede olduğunu farkettiğinde kendine gelebildi ancak. Buz kesmiş bedeninde baştan aşağıya bir kan akışı hissetti. Şimdi de yanıyordu sanki vücudu. Bedeninde hissettiği bu dengesizlik onu biraz ürküttü, kendine gelmek için yüzünü soğuk suyla yıkadı. Sonra odasına gidip montunu giydi ve tam odadan çıkacakken geri döndü. Komodinin üzerindeki kutunun içinden bir şey aldı. Ocakta pişmekte olan yemeğin altını kapatıp, fırladı sokağa. Kalbi çırpınırcasına atıyordu. Neydi O’nu böylesine heyecanlandıran? Yıllardır kalbinde taşıdığı yüklerden kurtulmaya çok az vakti kaldığı için mi acele ediyordu böyle, yoksa son kez babasını görmek arzusu muydu bu? Aslında zaman zaman babası O’nu görmeyi istemişti fakat O, bunu kabul etmemişti.

Güneşin, bulutların arasından belli belirsiz süzüldüğü bir öğle vakti bir taksi çevirdi sokağın köşesinden. Taksi, ana caddeden hastaneye doğru giderken, kadın camdan dışarı seyrediyor ve zihni otuz yıl öncesine gidiyordu.

Sekiz yaşındaydı. Annesi ve babasıyla birlikte denize gitmişlerdi. Çok mutluydu. Ailecek bir arada olmak O’na kendini öyle güvende hissettiriyordu ki bu anların bitmesini hiç istemiyordu. Onlarla birlikteyken hiçbir şeyden korkmuyor; bütün endişe ve kaygıları yok oluyordu sanki.

Anne ve babası sık sık tartışırlardı ama biliyordu ki, babası annesini çok seviyordu. Belki de böyle görmek ve inanmak istiyordu. Aksini düşünmek, içinde büyük bir korku meydana getirdiğinden gerçeği zihninde istediği gibi şekillendiriyordu. Kendi inandığı gerçeğe göre hareket etmekle kendini bir nevi koruma altına alıyordu aslında. Hayatına ancak böyle devam edebilirdi. Çünkü henüz bir çocuktu.

Annesi çok sakin bir kadındı. Hayatında tek istediği şey babası tarafından sevildiğini hissetmekti. Onunla sohbet etmek için fırsatlar yakalamaya çalışır fakat çoğu kez babasının duvarlarına çarpar ve hayalkırıklığı ile kendi işine dönerdi. Resim yapmayı çok severdi annesi. Onun için duygularını yansıtmanın bir yoluydu bu. Her duygusu bir resmin içinde görünür oluyordu. Yaptığı resimleri, yakınlarına hediye eder veya onlarla kendi evinin duvarlarını süslerdi.

Babası ise çalışmayı seven bir adamdı. Her işini itina ile yapar, asla bundan taviz vermezdi. Onun çalışkanlığı ve dürüstlüğü herkes tarafından övgüyle bahsedilirdi. Ailesinin ihtiyaçları için durmaksızın çalışırdı. Fakat biraz donuktu babası. Hayata yabancıydı sanki. Korkuyordu yaşamaktan ve sevmekten. Sanki yaşamı dışardan seyrediyor gibiydi; içinde değil de kıyısında duruyordu hayatın.

O gün denize gittiklerinde çakıl taşları toplamış ve eve döndüğünde onların bazısını boyamıştı. Üç tanesinin üzerine de annesinin, babasının ve kendisinin ismini yazmıştı. Onları en özel hatıralarını sakladığı kadife kaplı bir kutuya koymuştu. Ne zaman onlar tartışmaya başlasa kutunun içinden bu çakıl taşlarını çıkarıp avuçlarında sımsıkı tutar ve gözlerini kapatıp hiçbir şeyi duymamış gibi davranırdı. Sonra bunları yastığının altına koyup, yorganını başına çeker kendini uyumaya zorlardı.

Bir sabah uyandığında, annesini mutfakta ağlarken buldu. Etrafına bakındı, babası yoktu. Her şeyi anlamış, bu yüzden annesine hiçbir şey sormadan tekrar yatağına dönmüştü. Ağlamadı hiç. İçinde, korkularının gerçek olacağına dair inancı pekişti sadece. Bu inanç hayat boyu peşini bırakmadı. Sırf terk edilme korkusu yüzünden  kimseyle evlenmemişti.

Annesi onu, yaptığı resimleri satarak ve dedesinden miras kalan evin kirası ile okutmuştu. Liseyi bitirdikten sonra farklı işlerde çalışıp, evin geçiminde annesine destek olmaya başlamıştı. Okumak istememişti, tek istediği çalışıp annesinin yükünü hafifletmekti. Annesi genç yaşta meme kanserine yakalanmış ve o yirmisekiz yaşında iken vefat etmişti. Bu acı kayıptan sonra kadın oturdukları semtten taşınmış, kimsenin kendisini tanımadığı uzak bir yerden ev kiralamıştı. Şimdi bir emlak ofisinde sekreter olarak çalışıyordu ve birkaç arkadaşı dışında kimseyle görüşmüyordu.

Babasının kaldığı odanın kapısındaydı şimdi. Kapıyı açtığında yıllardır görmediği babasını ne halde bulacağını hayal bile edemiyordu. Kalbindeki kırgınlığa, boşluğa rağmen rna sarılıp otuz yıldır biriktirdiği gözyaşlarını ve çakıl taşlarını babasının kucağına bırakmayı istiyordu. Ama içindeki, ona hiç de yabancı olmayan korku duygusu öyle büyüktü ki kapıyı açmaya çekiniyordu. Yetişebilmiş miydi acaba? Titreyen ellerini kapının koluna uzattı ve yavaşça açtı. Açılan kapıyla birlikte odadaki ışık kadının yüzünü aydınlattı. Babası yatağında boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Beyaz çarşaf yüzüyle birlikte bütün vücuduna örtülmüştü. Gözünden bir damla yaş döküldü…

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi