Vay Be Yunanistan!

Vay Be Yunanistan!

Gezi Yazısı: Dilan Kılıç

Evet, geldik gezimizin en civcivli yeri olan ikinci ve son bölüme. Bu bölümü bitirdikten sonra gözlerinizi kapayın ve… Gerisi sizde… 

BİN BİR SURAT METEORA

Meteora, Yunanca ’da gökte asılı duran demekmiş. Kalambaka kasabasında bulunan ve gerçekten de gökte asılı gibi duran bu yer çok başka bir yer. Sanki bir hayal âlemindeymişsiniz gibi. Büyüleyici… Ve UNESCO tarafından dünya mirası listesinde korunma altına alınmış.

Mesela siz hiç dil çıkaran kayalık gördünüz mü? Ya da Ninja Kaplumbağalar’a benzeyen? Ben de görmemiştim ama varmış. Oturup sohbet edebilecek derecede şaşırtıcı suretler görebilirsiniz. Ve hatta taşın da bir kalbi varmış. Bilememişiz… Taş kalpli diyoruz ya bazen bazı insanlara. Demeyelim, taş incinir… Bastığı, gördüğü, dokunduğu her taşı, her köşeyi hayretle inceliyor insan. Havası, güzelliği başınızı döndürüyor.

 

9. yüzyıl başlarında yaratıcıya daha yakın olmak isteyen rahipler, kayalıkların içinde bulunan mağaralarda yaşamaya başlamışlar. Ama sonradan yerleşik hayata geçmek istemiş ve kayalık tepelerine 24 tane manastır inşa etmişler. Bu manastırlar hiçbir taraftan, bir santimlik bile boşluk kalmayacak şekilde yapılmış. Jeolojik bir oluşum olan bu kayalıklarda günümüze kadar sadece 6 tane manastır korunabilmiş. Bunlardan beşi rahiplere, biri de rahibelere ait. Manastırların konumu itibariyle orada yaşayanlar kendilerini tamamen dış dünyaya kapatmış. Gerçekten de ister istemez kendini dış dünyadan soyutlama isteği doğuyor insanın içine. “Ulan be bırakayım işi gücü, dertsiz tasasız burada yaşayayım.” demek istiyorsunuz da işte…

Kadınlar, rahiplere saygı amacıyla manastırlara etek ile girmek zorunda. Etek yoksa hem giriş ücreti olarak hem de bağış amaçlı bir şal alıp bellerine bağlayarak içeri girebiliyorlar. ‘Az çok demeyelim, boş geçmeyelim ablacım.’ Yalnız burada şöyle bir detay da var; sadece turistler ücretli giriş yapıyor. Yunanistan halkı ücretsiz manastırları ziyaret edebiliyormuş. Bak sen şu kıskanç Yunanistan’ın yaptığına. Hiç utanması da yok. 

Bir de başka bir şeye daha hayret ettim. Hatta çok daha fazla hayret ettim. İnanılmaz gerçekten. Siz olsanız siz de inanamazdınız. Meteora’ya çıkarken hiç kafe ya da restoran yoktu. Vallahi yoktu. “Hadi canım yok artık, bu kadar da olmaz!” dedim. Gözümün gördüğünce her kuytu köşeye baktım ama vallahi göremedim.  Efil efil gözleme kokuları neredeydi mesela? Şıngır şıngır dondurmacılar… Varsa bile çok iyi gizlemişler, helal olsun. 

Velhasıl, eşsiz güzelliğiyle beni en çok etkileyen yer burasıydı. Tefekkürün doruklarındaydım yani. Buraya gelirseniz eğer mutlaka bir gününüzü ayırın. Gün doğumunda ayrı gün batımında ayrı heyecanlar yaşayabilirsiniz. 

 

     

 

KAVALA

Kavala ’ya doğru giderken Thessalia – Makedonya sınırında; Larisa ve Pierya bölgeleri arasında uzanan Olympos Sıradağları bulunuyor. Tüm şirinliğiyle kafasını beşikten uzatan bir bebek gibi Olympos’un tepesi de bulutların ardından minnacık görünüyordu.

Ve yine harika bir görsel şölen.  Olympos’un ve bulutların suya yansıyan muhteşem görüntüsü. O yol hiç bitmesin istiyorsunuz. Ya da o anın içinde donup kalmayı… İnsanın gözünün gördüğünü, hissettiği duyguları, orada içine çektiği nefesi; keşke çektiği fotoğraflar aynı şekilde yansıtabilse. 

Kavala, Thassos Adası’ndan gelen göçmenler tarafından Neapolis (Yeni Şehir) adıyla körfez kıyısına kurulmuş bir şehir. Deniziyle, sokaklarıyla, her bir köşesiyle sanki Ege kasabasına ışınlanıyorum gezerken. Önce sahilde güzelce bir yürüyün. Birazcık kalabalık ama Selanik’e göre oldukça da sakin. Tepede Kavala Kalesi’ne bir selam verip Kıbrıs Caddesi’ne yürüyün.

 

Aziz Nicolas Kilisesi; Kıbrıs Caddesi’ne doğru ilerlerken solunuzda Aziz Nicolas Kilisesi’ni göreceksiniz. Eski adıyla İbrahim Paşa Camii. Evet, maalesef tarih kitaplarından değil de Muhteşem Yüzyıl’dan bildiğimiz şu meşhur Pargalı. Kanuni Sultan Süleyman tarafından İbrahim Paşa adına Kavala’nın en büyük camisi olarak yaptırılmış. 1926’da minaresinin boyu kısaltılıp çan kulesi haline getirilmesiyle de kiliseye dönüştürülmüş. 1945’te de denizcilerin koruyucu azizi olan Aziz Nicolas’a adanmış.

Renkli evleri, mis gibi deniz manzarası ve tatlı tatlı yüzünüze çarpan rüzgârıyla Kavala sokaklarında yukarılara doğru çıkarken yine İstanbul’a gittim. Canım Kuzguncuk sokakları ve ah şu memleket hasreti… 

 

Kavala İmaret; Bizans surlarının üzerinde yer alan imaret, Kavala’nın en büyük simgelerinden ve Yunanistan’ın en önemli Osmanlı eserlerinden biri. 19.yy başlarında Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından kurulmuş; içinde medrese, mescit, kütüphane, hamam, su deposu, matbaa gibi birçok yerden oluşan büyük bir yapıdır. İmaret, yoksullara yiyecek dağıtmak için kurulmuş hayır evi olmasının yanı sıra Kavala’nın Müslüman nüfusunun eğitim, sosyal ve dini ihtiyaçlarını karşılayan büyük ve önemli bir okuldu. O zamanlar kapısında Hz. Muhammed’in (SAV) “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisi de yer alıyormuş. Şimdiyse komşusu açken yemekten çatlayan büyük bir çoğunluk var. Hem de çok büyük.

1901’de İngiliz bir gezgin Kavala ‘ya geldiğinde imareti de ziyaret ediyor. Ve burayı ‘okul ve mutfak hibriti’ olarak nitelendiriyor. İlim ve bilime adanmış olmasına rağmen bu mutfaklar dinden bağımsız olarak tüm öğrenci ve gezginleri kabul etmiş. Tüm iyi şeylerin etkisinin yavaş yavaş yok olması gibi imaretin de eğitim ve hayır işleri zamanla gerilemiş. Okul 1902’ye, mutfak ise 1923’e kadar çalışmaya devam etmiş. Zengin bir Kavala sakini olan Anna Missirian’ın katkılarıyla aslı korunarak restore edilip 2004’te lüks bir otele çevrilmiş. 

Kavalalı Mehmet Ali Paşa Evi; Evet geldik meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya. Kavala halkı Muhammed Ali Paşa olarak anıyormuş. Tarih dersinde ilk duyduğumda “Ne Havalı Mehmet Ali Paşa mı?” diye andığım Kavalalı, Yunanistan’ın bugünkü sınırlarının belirlenmesinde büyük katkı sağlamış.

Hiç okula gitmeyip kırklı yaşlarında okuma yazmayı öğrenen Kavalalı, Mısır’daki Memluk egemenliğine son vermiş. Osmanlı adına Arabistan Yarımadası’nda Vahhabilere karşı savaşmış. Kahire’de ayaklanma çıkaran Arnavut askerlerini Sudan’ı fethetmek üzere göndermiş ve Sudan, Mısır’ın kontrolü altına girmiş. Osmanlı, Mora’da çıkan isyanı bastıramayıp Kavalalı’dan yardım isteyince Mora ve Girit valiliklerinin kendisine geçmesi şartıyla gidip isyanı bastırmış. Osmanlı daha sonra ‘hay aksi’  bu sözünü unutup Mora’yı Yunanistan’a verince, Paşa bu sefer “E bari Suriye’yi verin be.” demiş. Osmanlı da “Bu Kavalalı’nın işler iyi, gittikçe de büyütecek işlerini. Bize sıkıntı olur bak.” demiş olacak ki Suriye’yi vermeyi kabul etmemiş. Sonra da tabi işler daha fena karışmış. Kavalalı sinirlenmiş, çıkarmış isyanı. Sonra da orta yol bulunmuş, Mısır, Suriye ve de Girit valiliği Kavalalı’ya verilmiş. Sudan, Mısır, Filistin ve Suriye’nin gerçek hükümdarı olarak kabul edilmiş ve buralar yıllarca hanedanı tarafından yönetilmiş. Mısır’ı Osmanlı’dan ayrı bir hükümet durumuna getirmiş, Mısır hanedanlığını kurmuş, Mısır’a vali olarak atanmış. Al sana Havalı Mehmet Ali Paşa işte…

Yalnız Kavalalı’nın evinin bir manzarası var ki; aç pencereyi, çayını, kahveni al, otur şiir yaz… 

 

      

   

 

 

PORTO LAGOS

İskeçe şehrinde göl kenarına kurulmuş küçük bir kasaba burası. Vistonida Gölü’ndeki adacıklar üzerinde, karşılıklı birbirine ahşap köprüyle bağlı Aziz Nicolas Manastırı ve Panagia Pantanassa Kilisesi yer alıyor. Porto Lagos’a vardığımızda yağmur çiseliyordu. Göl ve üzerindeki bu iki yapı, yağmurda öyle güzel ve de narin duruyordu ki. Ayrıca sakinliğiyle de gönlümü çaldı. 

Bir rivayete göre, Osmanlı döneminde Porto Lagos beyinin kızı hastalanmış. Ve buradaki bir azizin yardımlarıyla iyileşmiş. Bey de, teşekkür maksadıyla bölgeye manastırlar yaptırıp bağışlamış. O zamandan sonra da buraya gelen herkes şifalanmış. Yine bu amaçla manastır birçok kişi tarafından ziyaret ediliyor. Yağmurun, gölün, manastırın bahçesinden gelen çiçeklerin kokusunu içinize çekin. Yukarıda gezdiğiniz yerlerin yorgunluğunu ve de geldiğiniz yerden getirdiğiniz bütün dertlerinizi, korkularınızı, yüklerinizi en azından dönene kadar bir süreliğine bırakın suya, şifa olsun… Belki de insanlar aslında ortamın verdiği huzurla, dinginlikle şifalanıyordu. Kim bilir…  

 

         

 

       

Sona Doğru

Turların olmazsa olmaz üç şeyi vardır. Fıkrasına gülünmeyen bir kaptan, kimsenin gülmediği fıkraya hunharca gülen bir turist ve kaptandan daha komik olan bir diğer turist. Ah bir de kolonya vardı, etti dört.

Burada insanlar değer görüyor. En azından gördüğüm kadarıyla. Mesela işletmeler 12.30’da kapanıp 15.30 gibi tekrar açılıyor. Çalışanlar dinlensin ve daha verimli olsunlar diye. Ve bir Yunan için en önemli şeylerden biri mesai bitiminde buzuki eşliğinde uzun uzun sohbet etmekmiş. Vay be, vaaay be… Kesin bizim dedikodumuzu yapıyorlardır, kesin. 

1 Mayıs’ta Kavala’daydık. Uzun bir grup slogan atarak, beş tane polisle birlikte yürüdü ve sakince dağıldı. Nasıl sadece beş polis, birlikte, sakince? Yok canım daha neler…

Asla ama asla ücretleri kafanızda TL’ye çevirmeyin. Çünkü bir kere TL’yle düşünürseniz geçmiş olsun. Bırakın öyle kalsınlar. En azından dönünceye kadar kafanız rahat olur. “3 yüro, düz hesap çarp 20’yle, of çokmuş. Buna bu kadar verilmez.” yerine şöyle düşünürseniz keyifle gezinize devam edebilirsiniz; “3 yüro mu? Yok artık bizim 3 TL işte. Ne güzel ha ha ha…” İşte size harika bir gezinin sırrı.

Kiliselere özellikle dikkat ettim. Hatta camiden kiliseye dönüştürülenlere daha çok. Kapısında, camında, çerçevesinde hiçbir yerinde bir eksik yok. Sanırım halk kapı, duvar yemeyi sevmiyor. “Vitaminsiz kalırsınız ama. Olmaz böyle. Allah aşkına ya, bir lokma. Bak ant verdim.”

Ve gökyüzü… Ömrümde gördüğüm en güzel bulutlar bu gökyüzündeydi. Andan başka bir şey düşünmediğin bir kafayla gördüğün gökyüzü bile bir başka oluyormuş. Gelin, bir şey düşünmeyin ve görün… O bulutların ardına sizin için ne sırlar saklanmıştır kim bilir…

                                                                                 

Ve Kapanış

Her güzel şeyin bir sonu var evet. Ve yenilere yer açılması için bazı şeylerin bitmesi gerekiyormuş. Bu gezinin öğrettiği, gösterdiği, hissettirdiği, zihnimi açan, ruhumu doyuran o kadar çok anı var ki. Hayranlıkla izlediğim manzaralar, bulutlar, taşlar, denizler; öğrendiğim hayatlar, uydurduğum hikâyeler… Kendime koyduğum sınırlardan birini daha aşarken hissettiğim korku, endişe, heyecan, huzur ve mutluluk… Bütün duygular öyle değerli ki.

 

Son Bir Şey Daha

Afet Hoca, Atatürk’ün evinde fotoğrafına bakarken O’na şunları söylüyordu. “İnsanların barışı sağlayabilmek için birbirleriyle savaşmaları ne garip bir çelişkidir. Dostça, kardeşçe yaşamak varken. Israrla düşman edilmeye çalışılan iki milletin çocukları el ele, yürek yüreğe. Rahat uyu. Çünkü biz artık yataklarımızda rahat uyuyoruz.”

Bütün milletleri ısrarla birbirine düşman etmeye çalışıyorlar. Ama bir şey oluyor ve yine “bir” oluyoruz. Her şeye rağmen. Düşman etmeye çalışanlara rağmen. Özümüzde iyilik var çünkü. Sevgi, muhabbet var. Kötü bir şey olmasını beklemeden yine “BİR” olalım.  Yataklarımızda yeniden rahat uyuyabilmek için birbirimizi “AMA”sız sevebiliriz bence.                   

Olamaz mı? Olabilir…


Gezi Yazısı ve fotoğraflar-  Dilan Kılıç 

 

Mutlu sonla biten hikayelerin müptelası.. tohumu çatlatıp umut yeşerten kelimelerin peşinde.. Herkesin içinde mutlaka olan ama söyleyemediği sevginin sözcüsü olmaya gönüllü...

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi