Bu Kitabı Okumayın!

Bu Kitabı Okumayın!

Yazı: İsmail Kaynar

 

Evet, sakın bu kitabı okumayın!

Eğer içinizde başkasının vatan sevgisini ölçen sanal ve gereksiz bir “sevgiölçer” taşıyorsanız, kendinizden ve mensubiyetinizden başka değer verdiğiniz erdeminiz yoksa, benim doğrum tek doğrudur düşüncesindeyseniz, başkasının fikirlerini duymayan bir kulağınız, karşıt fikre yapılan zulmü göremeyen bir gözünüz varsa, haksızlığı umursamayan bir karaktere sahipseniz, dünyanın en aşağılık ve insanlık dışı uygulaması olan işkenceye karşı en ufak bir toleransınız varsa, hukuksuzluğu yüceltiyorsanız, adaletsizliği kanıksamışsanız, faşizan, baskıcı, zorba muktedirlere hoşgörü ile yaklaşıyorsanız ve hatta onları destekliyorsanız, (zaten okumazsınız ama ben yine de uyarayım) lütfen okumayın bu kitabı. Zira sizdeki bu arızalar bu kitabı bihakkın anlayıp kavramanızın önündeki en büyük engeldir.

Hem okumayın ki, içinizdeki gizli adavet hissi körüklenmesin!

Üç tarafı cehaletle, dört tarafı zulümle, sekiz köşesi gulyabanilerle çevrili coğrafyamızda başkasının rahatsız olacağı fikirlere sahip olmak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Çünkü bu durum göller yöresinde ada, körler ülkesinde gören tek insan olmak kadar aykırı bir durumdur ve büyük kütle bu durumdan hiç hazzetmez. Ya sizi kendilerine benzemeye zorlarlar, ya da ortadan kaldırırlar. Anlamak, hoş görmek, farklılığı kabullenmek bir seçenek değildir bu kütle için. (Bknz; ya sev ya terk et, ya susturacağız ya kan kusturacağız, bla bla bla…)

Katılırsınız katılmazsınız, demokrasi ve fikir hürriyeti denince benim anladığım şudur: Yeryüzünde sadece bir tane insanın savunduğu bir fikir varsa, o kişi şiddete, baskıya, zorlamaya müracaat etmiyorsa, o bir tek kişinin fikrini söyleme, yazma, anlatma, yayma hakkı ve özgürlüğü vardır ve hiçbir şahıs ve kurum tarafından bu özgürlüğü kısıtlanamaz, değiştirilemez, elinden alınamaz. Aksi takdirde zulüm olur ve anarşi doğar.

Nitekim memleketimin dört bucağında günde kırk mevsim yaşanıyor ve kırkı da kıştan beter, zemheriden soğuk, fırtınalı ve sonu hep yıkımla bitiyor. Kötü olan ne varsa bize layık görülüyor, iyi olan her şey bizden fersah fersah öteye itiliyor. Kaf Dağı’nın ardından güzel günlerin geleceğini düşleyen nesiller gelip geçiyor, gelip geçiyor…

Hayatımın hiçbir döneminde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla aynı fikirde olmadım, hatta daima tam tersi görüşlerim oldu. Onların dine bakışının tam tersi kutbunda yer aldım. Eylem ve fikirlerinin bazılarını kabul etsem de çoğunluğunun karşısında durdum. Ama fikirlerimizdeki bu ayrılığa rağmen asla onlara yapılan zulümleri hoş görmedim, idamlarını kabullenmedim, doğru bulmadım, şiddetle reddettim. Yukarıda bahsettiğim gibi demokratik bir ortamda yaşasalardı, fikirlerini özgürce anlatma fırsatı verilseydi yaptıkları pek çok eylemi yapmak zorunda kalmayacaklardı. Ama öyle olmadı. Sonuçta muktedir ve meşum eller tarafından gadre uğradılar ve idam edildiler. Bundan dolayı her zaman üzüntü içinde oldum.

Kendini memleketin sahibi gören lanetli muktedir güruh, iktidarını korumak için her devirde kendine çeşit çeşit düşmanlar icat etti. Sonra onları her mecrada ötekileştirdi, lanetledi, şeytanlaştırdı. Devamında bu düşmanın kendi iktidarı için fevkalade tehlikeli olduğunu vehmederek onları yok etmek için her türlü şeytani faaliyeti yaptı. Hakaret etti, yalan söyledi, iftira attı, hapse tıktı, işkence yaptı, sürgüne gönderdi, öldürdü… Sadece düşman bellediklerine değil onların eşlerine, çocuklarına, anne babalarına, akrabalarına bulaştı. Kendileri hep oradaydı ama düşmanlarına verdiği isim farklı farklıydı. Bir zaman Alevi dedi, bir zaman Kürt dedi, bir zaman cemaat dedi, bir zaman solcu dedi, bir zaman ülkücü dedi, bir zaman yobaz dedi, paralel dedi, haşhaşi dedi, hep dedi, sürekli dedi, hiç susmadı. Sussa çünkü çevirdiği şeytani çark duracak ve o durağanlıkta hakikat ortaya çıkacaktı. Bu yüzden düşman bellediği isimler değişse de bu yalandan çarkı hep döndürdü. Ve her devirde insanlara akılların almayacağı, vicdanların kabul etmeyeceği işkenceler yaparak binlerce, on binlerce, milyonlarca insanı mağdur etti, mazlum etti. Veyl olsun…

‘Gülünün Solduğu Akşam’ işte tam bu minval üzere yazılmış, kurgusu az, hakikati çok bir roman. Hatta tastamam hakikatten ibaret bile diyebiliriz. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanış, işkence ve hapis süreçlerini anlatıyor. Hepsi gerçek olaylara dayandığı için tarihi bir belge niteliği taşıyor diyebiliriz. Ama kitap belgeler şeklinde ilerlemiyor. Tanıklıklara dayanan bir anlatımı var. Elbette Erdal Öz gibi kalemi güçlü bir yazarın elinden çıkınca etkileyici bir romana dönüşüyor bu tanıklıklar. Erdal Öz kendisi de tutuklu olduğu zaman diliminde hapishanedeki arkadaşlarından dinlediklerini kaydetmiş. Özellikle Deniz Gezmiş ondan mutlaka bu yaşananları yazmasını istemiş. Böylece, Gülünün Solduğu Akşam doğmuş.

Kitap baştan sona çok etkileyici. Yer yer insanın burnunun direğini sızlatıyor. Yazar, kurgunun kendine sağladığı imkânları da kullanarak, duygularda aşırıya kaçmadan, olayları ajite etmeden, kişileri kutsallaştırmadan ama dava şuurunun da hakkını vererek aktarmış bütün olayları. Her yönüyle sarsıcı bir kitap.

Beni derinden etkileyen kısımlar ise işkence görenlerin anlatımları, onların davalarına sahip çıkan dimdik duruşları ve adanmışlıkları oldu.

Çünkü…

…kendisi de eşiyle birlikte tamamen haksız ve hukuksuz bir şekilde büyük acılara ve zulümlere maruz kalmış, işinden atılıp tutuklanarak bir buçuk yıl hapis yatmış biri olarak Denizlerin yaşadıklarını ve hislerini çok iyi anlıyorum. Çünkü yaftalanmanın nasıl bir şey olduğunu acı bir tecrübeyle öğrendim. Hakkımızda önceden verilmiş hükümlerin, atalet saraylarındaki oda tiyatrolarında bir vodvil olarak suratımıza kahkahalarla okunduğuna şahit oldum. Derdini anlatamamanın, anlatsa bile muhatap bulamamanın yakıcı sıkıntısını yaşayarak idrak ettim. On metreyi bulan duvarlarda nice inlemenin, çığlığın, öfkenin, acının, hasretin, nefretin, merhametin ve en çok da duanın yankılandığını duydum. Bu dört duvar arasında daha önce buralardan geçmiş olan bütün mazlumlarla özdeşleştiğimi hissettim. Artık ben de kendi özümü korumakla birlikte Mamak’ta bir solcuydum, Muş’ta bir Alevi’ydim, Isparta’da bir Nurcu’ydum, Diyarbakır’da bir Kürt’tüm. Bütün ayrıştırmaların aslında başkalarının bize zorla kabul ettirdiği birer yanılsama olduğunu fark ettim.

Ve fark ettim ki dünya bütün genişliğine rağmen ne kadar da darmış meğer. Hem dünya içindekileri dert etmeye değmeyecek kadar da boşmuş. Bir oyun ve eğlenceden ibaretmiş. Ölüm gelip çattığında zengin ile fakir, mazlum ile zalim, taht misali bir musalla taşında eşitlenecekmiş. Ama o gelmesi kesin olan gün henüz gelmeden dünya hayatının geçiciliğinin idrakinde olmak da ne kadar değerliymiş, bunu anladım. 

Kitabın bana çok geniş bir çerçevede farklı duygular yaşattığını şu satırları okuyanlar fark etmiştir. Hüzünden öfkeye, sevgiden nefrete, acıdan sevince kadar daha pek çok duygu arasında bir sarkaç gibi sallanıp durdum. Zira neredeyse benzer şeyleri yaşamışız kitapta anlatılan insanlarla. Aynılaşmışız sanki. Bir olmuşuz.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşlarının ve yakınlarının ve sevenlerinin ve onların nezdinde fikirlerinden dolayı zulme uğramış, işkence görmüş, hapse atılmış, gadre ve tenkile uğramış bütün mazlumların huzurunda, bütün kalbi hislerimle saygı duruşunda bulunuyorum.

Hamiş: Yazının ilk paragrafında bahsettiğim güruh dışında kalan herkese sesleniyorum; bu kitabı mutlaka okuyunuz. Ayrıca aşağıya da bu kitapla benzer düzlemde olan bazı kitapların listesini hazırladım. İlgilisine.

 

Yaralısın – Erdal Öz

Sen – Mehmed Uzun

İstanbul İstanbul – Burhan Sönmez

Kıran Resimleri – İnci Aral 

Kayıp Gergedanlar – Cem Kalender

Son Devrin Din Mazlumları – Necip Fazıl Kısakürek


Yazı: İsmail Kaynar

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi