Penceremi Verin Bana!

Penceremi Verin Bana!

Hikaye: Sevim Şentürk

Fotoğraf:Egor Kunovsky

   

 Bir kabına sığamayanlara

      Bir de hayata pencereden bakanlara…

 

Sığamıyorum hayata, yaşadığım şehre, evime. Sığamıyorum kabıma. Ve ben ne vakit sığamasam hiçbir yere, işte o zaman bir pencere kenarı arıyorum kendime. Gökyüzünü görecek, sokağı seyredecek, belki de bir ağacın dallarının rüzgârda savruluşunu izleyecek bir pencere kenarı… Dilimde ise hep o şarkı: “Penceresiz kaldım anne/Penceresiz kaldım anne…”

 

İşte yine öyle bir gündü. Gün, neyi getirdiyse onu yaşıyordum. Bulaşıkları makineye diziyor, mutfağı topluyordum. Akşam işten eve geldiğinde, daha kapıdan adımını atar atmaz “Bugün ne pişirdin?” diye soran kocamı memnun edecek yemekleri planlamak en önemli görevimdi şu hayatta. İlla dört dörtlük olacak o sofra. Sebze yemekten sayılmıyor çünkü. Etli olacak tencerede pişen. Yanına salatası, cacığı, pilavı… Önden çorbası muhakkak gelecek. Hele bir artan yemek koy o sofraya… Bak gör sen o zaman tantanayı. Akşama kadar ne yapıyormuşum evde! Başka ne işim varmış da, taze yemek yapmamışım. Söylenen lafın ardı arkası kesilmez artık. Ağzıma attığım iki lokma var; o da boğazıma dizilir. Ağlasan ağlayamazsın, bağırsan bağıramazsın. Susuyorsun. Aman huzurumuz bozulmasın! Huzur mu var da bozulmasın Allah aşkına. Yok işte. Sanıyorlar ki, ev hanımı olunca akşama kadar yan gelip yatıyorsun. Üç çocuk var. Birinin derdi biter, diğerinin başlar. Kayınvalidem de bizde. O da ayrı dert. Hep ayağına hizmet bekliyor. Kumanda yere düşse “Ebru! Şunu bir ver. Kaldırma beni.” Aman kalkma sen! Hep otur. Pazarı, marketi, çocukların ödevleri derken işte kendimi kaybediyorum. Bir dünya iş benim üstümde. Akşama kadar ne yapıyormuşum? Ne yapacaktım ki başka… 

 

Annemi dinleyip okulu bitirmemiş, hiç olmayacak bir adamı sevip kendimi bu eve, bu hayata hapsetmiştim. Hâlâ söyleniyor bana bu sebepten. “Böyle mi olurdu beni dinleseydin?” diyor. Çocuğunun seçtiği hayattan memnun olmayan tüm anneler gibi o da. Ağzımı açıp tek kelime edemiyorum. Haklı oluşuna sevinsin istemiyorum çünkü. Gerçi görüyor hâlimi. Neyi gizleyebilirim ki? 

 

Oysa voleybolcu olacaktı onun kızı. Ekranın karşısına geçip bisküvisini çaya banarken başkasının değil, benim maçlarımı izleyecekti. Komşuları çağıracaktı belki “Ebru’nun maçını izleyelim.” diye. Çok severdi voleybol turnuvalarını takip etmeyi. Boyum uzun olduğundan mıdır bilmem, ta çocukken başlamıştı “Benim kızım filenin sultanı olacak. Milli takımda oynayacak!” demeye. Annemin hayalini gerçekleştirmek için doğmuştum sanki. Daha ilkokul sıralarında kabul etmiştim bu gerçeği. Sevmiştim de zamanla. Yaşıtlarım birbirlerinin evine gidip evcilik oynarken annem beni sırtında çantamla antrenmanlara götürürdü. Keşfedilmemin hayali kurardı peşim sıra koşarken…

 

“Düşünsene bir Milli takıma girdiğini… Hayatın kurtulur. Dünyayı görürsün turnuva turnuva gezerken. Bir sürü çevren olur. İstesen oturamayacağın restoranlarda yemek yersin. Gazeteciler sıraya girer: “Ebru Hanım röportaj yapabilir miyiz, Ebru Hanım röportaj yapabilir miyiz? Yalnız kalmayım, diye, hayatta bir gayesi olmayanlarla arkadaşlık etmezsin.  Kahve içmeye gelip kocasıyla olan derdini sana boca edip giden kadınlarda ibaret geçmez hayatın. Benim gibi pencere kenarına oturup, elinde kumanda ekranın karşısında başkalarının hayatını izlemezsin en azından. Herkesin izlediği, imrendiği olursun!”

 

Ezberlemiştim bu cümleleri artık. Bir kulübe kapağı atıp milli takıma seçilmek önümdeki tek yoldu. Dünya şampiyonasında yer alacağım zamanın hayalini her gün içimde büyütürken seneler geçti. Ben hedefe adım adım yaklaştım. Başarıdan başarıya koşuyordum ki, aşık oldum adamın birine… Gözüm başka bir şey görmedi. Bana evlenme teklifi edip “Bırak voleybolu. Evlenelim.” dediği gün antrenörüm aradı. 

 

“Ebru, hayırlı olsun artık Milli takımdasın.”

 

Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim o gün. Hayat herkes gibi benim de önüme o hiç ummadığın anda çatallaşan yolu çıkarmış, “Hadi seç birini.” deyivermişti. Hangisinden yürüsem diğeri mahzun gözümde. Diğeri buruk… Daha 19 yaşındayım. Aşka yenik düştüm. Annemin emeklerini de hayallerini de bir adamın kalbine gömdüm.

 

Pencere kenarına oturmuş, dışarıyı seyrederken sanki söyleyeceklerimden haberi varmış gibi beni bekliyordu annem. Kapının kilidini açıp eve adım attığım an anladım bunu. Gözlerime hiç bakmadı. “Bari üniversiteye git de, Beden Eğitimi Öğretmeni ol.” dedi sadece. Üzerine tek cümle kurmadı bir daha. 

 

Ayağa kalktı. Menekşelerini suladı. İçimde kederi kaldı o hâlinin. Artık hangi yoldan gitsem hüzün yanımda!

Duramadım yanında. O hafta bir daha hiç konuşmadık. Verdiğim karardan da dönmedim. Seviyordum Ali’yi. Yeşilçam filmlerinde izlediğim tüm klişeleri yaşayacağımı bile bile evlendim hızlıca. Her şey çok güzel olacak sanmıştım. Okulu bitirir, öğretmen olur, mütevazı bir hayat yaşarım, diye düşledim. Ama olmadı! 

 

Kayınvalidem, evlendiğim günün sabahında odama kapıyı vurmadan girdiği vakit, hayatın gerçekleri yüzüme çarptı. ‘Cicim ayı’ denen zamanı bile sevdiğim adamla yaşamadan mutfakta bulmuştum kendimi. Ali de ağzını açıp annesine “Ne yapıyorsun, valide hanım?” dememişti. Kapıyı çarpıp çıkacak cesaret de yok. Dişimi sıka sıka içine düştüğüm hatanın bedelini ödedim senelerce bu mutfakta… Dinlediğim arabesk şarkılar, bir de Ahmet Kaya tesellim oldu şimdi olduğu gibi: “Hani benim sevincim nerde/Bilyelerim topacım/Kiraz ağacında yırtılan gömleğim…”  

 

Takım arkadaşlarımın ışıltılı hayatlarını, kayınvalidemin öğle yemeğini hazırlarken duvara monte ettirdiğim televizyondan izledim hep. Artık şunun farkındaydım. Olduğum ya da olmak istediğim yerde değildim. Sanki bir yabancıydım her şeye. Dibi tutmuş tencereyi sürterken değiştirmek isteyip değiştiremediklerim geliyordu aklıma. Bardakta leke kalmasın, diye yıkarken harcadığım suyu, akıp giden hayatıma benzetiyordum. Bir hayatım olmadığını fark ediyordum baktıklarımda, dokunduklarımda. Ve çocukluğumda bin bir hayalle gökyüzüne saldığım uçurtmamın, tıpkı şarkıda olduğu gibi tel örgülere takılışını izliyordum yaşadığımı hatırladığımda. Nefesim kısıldı, kalbim sıkıştı o an işte. Tüm bunları bilmenin ağırlığı çöktü üstüme bulaşıkları yıkarken yine. Bazen olur ya hani, acısı yüreğinizi yakan her neyse birden gelir. Öyle oldu benim de. Ansızın ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra hem de. Normalde içmiyorum; ama bir sigara yaktım. Karanfillisinden… Böyle zamanlar için mutfak rafında hep bir paket saklıyorum. Pek işe yarıyor. Pencereye geçip dumanı içime çekmek, hayatın öfkesini susturmak gibi âdeta… Kırdıklarıma, kırıldıklarıma sesleniyor gibi. Kimseye anlatmadığım dertlerime, sustuklarıma, kabullendiklerime su serper gibi…  

 

Halbuki hayatı pencereden izlemeyim diye uğraşmıştı annem. Kendisi gibi olmamı istememişti. Ama pencerenin ardına hiç geçemedim ben. Fırsatlarımı da güçlü bir smaçla filenin öteki tarafına attım. Şimdi ömrümün büyük kısmını geçirdiğim şu mutfakta, “İyi ki  bahçeye bakan bir pencerem var” diye dua ediyorum Allah’a. Ne ilginç!

 

Kedilere yemek artanlarını attığım, sabahları güneşin ışıklarının cömertçe içeri süzüldüğü, bahçedeki ağaçları dört mevsim izleyebildiğim, bazen de işte sigaranın dumanını dışarıya üflediğim… Pencerem! Ya o da olmasaydı, diğer olmayan şeyler gibi… Adına yaşam denilen şu ömürde, umduklarımı bulamayışımın kederini dindirmeye, içime çektiğim tütün de kar etmezdi herhalde. Bi pencerem olmasaydı eğer, hayatın yüzüme kapattığı kapıları unutamazdım başka türlü! Dünyamı burada kurdum ben, bu mutfakta, bu camın kenarında yazdım hikâyemi. Boşalan kavanozları, konserve kutularını burada biriktirdim. Gündüz kuşağı programlarında gördüğüm değerlendirme yöntemleriyle süsleyip saksı yaptım onları. İçlerine rengarenk menekşeler diktim. Pervaza yerleştirdim sonra da. Ve hep annemi andım. 

 

“Beden Eğitimi Öğretmeni bile olamadım! Bak ama, ben de menekşelerimi suluyorum. Senin sevdiğin bir tek şeyi de olsa yapıyorum!”

 

Gönlümde sızıya sebep olan her ne varsa böyle dindirdim acısını. Dünya işte, kaderle tercih arasında bir yerde. Ben tercihimi menekşeleri sulamaktan yana yaptım. 

 

Baharat rafında duran bir defterim var. Hoşuma giden cümleleri yazıyorum içine. Bazen de okuduğum kitaplardan altını çizdiğim sözleri. Şöyle not almışım bir kenarına “Bu yaşam, her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır.” 

Ne çok sevmiştim ilk okuduğumda. Hatta yapışkanlı kâğıtlara yazıp asmıştım cama. Unutmamak için. İlaç oldu bana çünkü bu söz. 

 

Bak yine aynı yerdeyim. Kendimi iyileştirdiğim, bahtıma düşeni kabullendiğim yerde. Derin derin nefes al şimdi. Geçecek hepsi. Hep yaptığın gibi. Hayal kur hadi… Gökyüzüne bak!

 

“Bulutları görüyor musun? Uzatsam ellerimi, tutuvereceğim sanki… Kuşlar nasıl da uçuyor. Uçmak çok güzel değil mi? Şanslısın bugün leylekler göç ediyor. Hey leylek kardeş, “Kimsenin olmadığı diyarlara şu acılarımı geçerken atıverin.” Aaaaa! Leylekler beni duymuş olacak, el sallıyorlar!” 

 

Bir anda ağlayıverdiğim gibi yüzümü güldürmeyi de başardım, yine. Yeter ki penceremi verin bana!  Kahveyi demler, kalan bulaşığı yıkarım. Ocağın altını yakarım. Öyle de oldu. Hayatımdaki yarım kalmışlığı yansıtmadığım mutfağıma. Yoksa işin içinden çıkılmaz. Çöp atılmaz, fayanslar yağlanır. Çekmeceler dağılır. Tencere boş kalır. Ne var ki pencerem yetişti imdada, beni de evi de son anda topladı… 

 

Sahi, söyleyin hadi: Siz de sever misiniz pencereleri? Mesela salonda camın önüne konmuş iki berjeri, ortasındaki fiskos sehpayı… Sonra orada oturup kitap okumayı ya da bir dostla konuşmayı… Sever misiniz yoldan geçenleri izlerken hayatı sorgulamayı? 

 

Biliyorum, hissediyorum. Yalnız değilim. Pencereler pek çoğumuz için olduğu yerden sanki bir çıkış kapısı. Ömrüne bir anlam katma çabası. Nefes alanı… İnsan, ulaşamadığının hayalini de orada kuruyor, kaybettiklerinin acısını da yine orada yaşıyor. Tıpkı benim şimdi yaptığım gibi ruha çöken hüznü bile orada üzerinden atıyor. Geç camın kenarına, dünyanın da bir pencere olduğunu unutmadan bolart içindeki karanlığı. Çünkü başka nasıl görürüz ki kiraz ağaçlarını? 

 

Hah sesleniyor yine kocamın annesi. 

 

“Ebruuu! Yine mi kendi kendine konuşuyorsun. Adın deliye çıkacak yakında. Kalk da şu kumandayı ver. Sonrada bir şeyler hazırla da yiyeyim. Karnım acıktı!”

 

 “Kendi kendime değil, pencerenin ardındakilerle konuşuyorum. Anlasan şaşarım zaten. Al kumandanı da, izle televizyonunu. Yemek filan da yapmıyorum. Bıktım artık. Ben gökyüzünü seyredeceğim biraz daha.”





 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi