Karasevdalılar Cemiyeti

Karasevdalılar Cemiyeti

İnceleme: İsmail Kaynar

 

“Önce söz vardı.”

Mahiyetini bilemediğimiz bir sırdı bu söz yaratan ile kulları arasındaki. Bu sırra vakıf olanlar için söz söyleme yetisi bir lütuf olarak dillerde parladı. Sözü doğrudan doğruya söylemek yetmedi bir zaman sonra. O söze bir tını eklemek gerekti. Sözün içine latif manalar yerleştirmek icap etti. Ve insanoğlu böylece edebiyatla tanıştı. Aslında zaten kutsal metinlerdeki belagata aşina olan kulaklar yadırgamadı bunu, hatta daha fazla sahiplendi, benimsedi. Ama o metinleri duymayanlar ya da duymak istemeyenler için fevkalade bir süreçti bu. Tercihlerle ilerleyip kendilerine bir yol seçti bu belagat ustaları. Kimi kendini yüce ve üstün görüp Rahman’a kafa tuttu, kimi Malik’in mülkiyetinde bir memluk olduğunu fark edip onun çizdiği sınırlarda dilini koşturdu. Fakat her ikisi için de edebiyat bir kırmızı çizgi oldu.

“İnsanın tanrıyı seçtiği yerdir edebiyat.”

Yüce ve Aşkın olanın tenteneli perdeler arkasındaki letafeti bu seçkiler arasında sıkışıp kaldı. Kimi bu letafeti Hakk’tan bilip masivayı çirkin görürken, kimi bütün letafeti cins-i latife vererek gayrısını elinin tersiyle itti. Orta yolu bulmak ise garip bir zümreye düştü; âşıklara. Onlar ki, kendisine bütün isimlerin öğretildiği ilk atadan tevarüs ettikleri aşkı bihakkın üzerlerinde taşıyarak manaların manasına ulaşanlardı. Kimi kısa yolu seçip az bir zamanda hedefe vardı, kimi ise kandan irinden deryalar geçip, alevden dalgalar arasında mumdan gemiler yüzdürdü menzile ulaşmak için. Hedefe ulaşamayan âşıklar heder oldu; ulaşanlar mest olup, sermest olup, mesrur olup hu dediler döne döne, döne döne…

“…yol, aşk yoksa çıkılmaya değmez…”

Aşk, fakat, sabitkadem değildi, değişkendi, rengarenkti, dalgalıydı, dolambaçlıydı. Aksi halde herkes kolayca ulaşırdı ona. Zor olana talip olmak yüreklilerin işiydi. Cesur olmak gerekirdi bu yola çıkmak için, kararlı olmak da hakeza öyle. Yolda takılıp kalmak mümkündü, zira yokuşlar çıkılacak, dere tepe geçilecek, dağlar aşılacaktı. Buna razı olanlar ancak aşkı hak ederler ve aşk onları ihata eder, muhatap alır, kabul eder, bağrına basar. Onlar artık âşıklardır ve eşyanın hakikati onlara ayandır. Bu Allah aşkı için de geçerli, bir insanın başka bir insana olan aşkı için de. Mahiyeti farklı olsa da bu böyledir. 

“Her şeyi anlamsız kılar aşk.”

Belki de tam tersi, aşk her şeye bir anlam kazandırır. Daha önce hiç akıllara gelmemiş yeni yeni manalar yükler. Bir ses olur, bir soluk olur, bir lokma, bir yudum, bir hayal, belki de bütün bir ömür olur ve hepsi aşk ile yeni bir mana kazanır. Aşk sayesinde; hiç sevmediğin bir yemeği yersin, hiç görmediğin bir şehri seversin, hiç bilmediğin yerlere gidersin, hiç istemediğin şeyleri yaparsın. Bütün bunlar senin için anlamsızdır ama aşk sayesinde her biri yeni bir anlam kazanmıştır artık. Çünkü sen, sen olarak düşünmüyorsundur.

“Âşık olmak tuhaf şey, artık senden bağımsız bir bilincin oluyor.”

Çünkü aşkın dinamiği farklı. Deliliğe eşdeğer görenler var. Ya da hoş görüyorlar âşık bir insanın tuhaflıklarını. Boşuna dünyanın en meşhur aşığına Mecnun dememişler. Kişinin aklını başından alan, onu rasyonel tutum ve davranışlardan uzaklaştıran bir acayip durumdur âşık olmak. Sürekli bir tutukluk, devamlı bir dalgınlık, süregelen bir hayal dünyası… Bu hayal dünyasında kavgalar, dövüşler olur, kahramanlıklar yapılır sevdiğini kurtarmak için, kan dökülür, tırnak sökülür, ama nihayetinde bir kavuşma vardır. Son tahlilde hayaldir fakat insanın zihnini yorar, dağıtır, gerçek dünyaya odaklanamaz kişi. Sonra etraftan sorarlar insana: Âşık mısın? Ne bu dalgınlık?

“Âşık olmak oldukça ağır işçilik; sendika yok, izin yok, grev hakkı yok.”

Mevzu aşk olunca herkes şöyle bir iç geçirip eskilere gitmiştir. Ne aşklar yaşanmıştır insanların hayatında ki sadece kendileri bilir. Saygı duyarım. Rahmetli Neşet Baba şöyle diyordu aşk için: “Seversin, alırsın; aşk olur. Seversin, kavuşamazsın; “garasevda” olur.” Kavuşanlara hürmetlerimi sunarım ama ben burada “garasevdalılar” için bir parantez açacağım. Barış abimizin eksi kırk derece soğuk suda bile yüzerim dediği noktaya doğru ilerleyeceğiz.

“Bir hayatı bir ihtimal uğruna terk edebilmek…”

Karasevda, nam-ı diğer platonik aşk yahut karşılıksız aşk dedikleri şey budur. Bir ihtimal. Bu uğurda geceler geceleri kovalar, günler günleri, yıllar yılları. Ama bir türlü istenen şeye ulaşılmaz. Aşk dibindedir oysa. Her gün görürsün, yakınında durursun, hatta onunla konuşursun ama o bilmez senin içinde körüklenen ateşleri. Çünkü o, sadece bir ihtimaldir ve şairin “ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim” dediği gibi bu ihtimal bile güzeldir.

“…seni sevsin, o da sana âşık olsun diye değil, senin aşkından emin olsun diye çırpınmak…”

Evet, çırpınmaktır. Söyleyemezsin ama çırpınırsın bunu fark etsin diye. Gözlerinle, kalbinle, dilinle, ellerinle, kaleminle çırpınırsın ama olmaz, olmuyor, olmadı. Çabalarsın, anlamaya anlatmaya çalışırsın, yanında yöresinde dolanırsın ufak bir işaret için. Ama bu çabalar bir şey ifade etmez, etmiyor, etmedi. Sonra yokluğunu fark edip pişman olursun ama iş işten geçmiştir artık.

 “Birinin yokluğunu fark etmek varlığında avunmaktan daha fena bir şeymiş.”

Hayat o zaman çekilmez olur. Sen karanlığa düştüğün için güneşin söndüğünü sanırsın. Nefes alamadığın için ağaçların oksijen üretmediğini sanırsın. Zaman bir türlü geçmediği için dünyanın durduğunu sanırsın.

“Bir adım daha gitsem düşüvereceğim dünyanın kıyısından.”

Yetmez. Bağırıp çağırırsın, çığlık atarsın, kendini hırpalarsın, yerden yere vurursun bedenini, pişmanlıktan ağlarsın, yıllar boyu, deryalar dolusu ağlarsın.

“Bir damla daha gözyaşı döksem tufan olacak.”

Ağladığını kimse görmez, göstermezsin çünkü. Bir tek sen bilirsin neden ağladığını, bir de hayal dünyandaki tek seyirci bilir.

 “…bu tek bir seyircisi olan tek kişilik oyunda rezil olmaktan utanmıyorum…”

Bunca acının ardından insan sevmekten bıkar mı dersin? Mümkün değil. Çekilen her ayrılık acısı, işkence gibi geçen her gün, azabın gıdım gıdım arttığı her saniye bu aşkı köpürtür, taşırır, kabına sığmaz ummanlara döndürür. Ama sevmekten yine de vazgeçmez âşık. Çünkü aşkın ilk şartı sadık olmaktır.

“…sadakat da aşk gibidir, hissedene aittir önce…”

Uzak kaldıkça insan sevdiğinden, daha çok bağlanır ona. Üçüncü bir göz gibi onun kendini takip ettiğini, her zaman gördüğünü hayal ederek geçirir günlerini. Onun nefesini her an yanında hisseder. Ama görmek? Ama dokunmak? 

 “…birbirine dokunamayan insanlar anlarlar mı o zaman aşkın kıymetini…”

Hayır, bu hayal dünyasında sadece umut var. Umudun gerçekleşmesi ise hakiki dünyanın olgusu. Zamana karşı durabilirsen, umudunu hiç yitirmezsen, umuduna bile sadık kalırsan belki bir gün bu rüyanın gerçeğe dönüşmesini görürsün. Belki.

“Bir rüyanın gerçekliği uyutmuyor beni.”

Böylece hayatın hızla gelip geçer. Değişirsin. Yaşlanırsın. Sonra unutkanlık başlar. Artık günlük ihtiyaçlarını bile unutursun bazen. Ama bir tek şeyi unutmamak için hep dua etmişsindir. Hayatın boyunca. Bir tek şeyi.

 “Bütün hayatım boyunca aslında sana âşık olduğumu, bütün ömrümce sana âşık olmaya devam edeceğimi; sana sarılmaktan daha çok bu duyguya sarılmaya dair tutkumu anlatıyorum sürekli.”

Burası son durak artık. Bu topraklar senin, bu mermer levha, bu selviler senindir. Çünkü burası senin ülken.

 “Bu ülkede her şey sana dair, sana ait.”

Mevzu aşk olunca söyleneceklerin sonu gelmiyor bir türlü. Ama ben burada sonlandırayım ve size bir avukat-yazardan ve kitabından bahsedeyim biraz. Çiğdem Koç, istemeye istemeye hukuk okusa da yirmi yıldan fazladır avukatlık yapıyor. Ama aynı zamanda yazıyor da. Edebiyat onun tutkusu ve kurtarıcısı olmuş. Çeşitli platformlarda yazılar yazmış. Öyküler, şiirler, denemeler ve radyo oyunları. Çeşitliliğe bakınca komple bir edebiyatçıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemeliyim. Ben ilk defa bir kitabını okudum. İkimizden Daha Büyük Bir Şey. İlk satırından son satırına kadar serapa aşkla dolu bir kitap. Bir “garasevdalının” dilinden döküldüğü besbelli. Zira yukarıda yaptığım alıntılardan da anlaşılacağı üzere karşımızda usta bir âşık var ve dert söyletir deyiminin hakkını verircesine bütün derdini satırlara ilmek ilmek işlemiş. Kimi zaman romantik, kimi zaman depresif, bazen hüzünlü, bazı anlarda karamsar, yer yer agresif, biraz ümitli, biraz optimist, eser miktarda sevinçli, ama çoğunlukla hatta tamamen aşkla dolu satırlar bunlar. Şuna kanaat getirdim kitabı bitirince; bir insan bu duyguları yaşamadan böyle samimi yazılar yazamaz. Edebi olarak çok başarılı buldum.

Çiğdem Hanım’ı sosyal medyadan da takip ediyorum. Onun yazarlığı kadar dikkat çekici ve mesleğiyle ilgili başka bir özelliği var. O çok değerli bir insan hakları savunucusu. Ülkemizin içinden geçtiği bu ifritten süreçte hukuksuzluğa uğramış insanlara destek oluyor. Bu çok önemli çünkü herkesin korktuğu ve dil ucuyla bile savunmaktan çekindiği netameli konularda korkmadan, cesurca, açık açık fikirlerini söyleyebiliyor. Bu her babayiğidin harcı değil. Çünkü o bir Karasevdalı ve bence Karasevdalılar Cemiyeti Başkanı olmayı da sonuna kadar hak ediyor. Şimdiden hayırlı olsun.

Bu arada siz internetten bu kitabı nereden sipariş edebilirim diye araştırırken ben de son sözlerimi söyleyeyim. Daha doğrusu Fuzulimizin çok fazıl bir beyitiyle yazımı bitireyim.

“Aşk imiş her ne var âlemde

İlim bir kil-ü kal imiş ancak”

.

Dipnotlar:

1-Yazıda ilk cümle hariç çift tırnak ile belirttiğim ifadeler kitaptan alıntılardır.

2-İlk cümle Yuhanna İncili’nin ilk ayetidir.




İnceleme: İsmail Kaynar

 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi