Modern Kölelik

Modern Kölelik

Hikaye: Yasemin Tatlıseven

Fotoğraf: Gül Işık

 

Alarm deli gibi çalmaya başladı. O kadar çok yorgundu ki başucunda belediye bandosu çalıyormuş gibi hissetti. Gözlerini açmadan, elini uzatıp alarmı kapadı. Gizli bir güç adeta “Uyumalısın” dercesine kulağına fısıldıyordu. Bu fikir hoşuna gitti. Yorganı yüzüne çekti. Beş dakika daha uyuyabilirdi. Şu beş dakikalık uykular ne kadar da tatlıydı. Gözlerini açtığında beş dakika değil, yarım saat geçtiğini fark etti. Yatağından ışık hızıyla fırladı. 

Öyle hızlı giyinmişti ki evden nasıl çıktığını bilmiyordu. Bugün de çocukları okula, her zaman olduğu gibi eşi bırakmak zorunda kalacaktı. Ve yine çocukların beslenme çantalarını hazırlayamamıştı. Babaları pastaneden poğaça alır, yanlarına koyar diye düşündü. Akşam eve geldiğinde kızının söyleyeceklerini şimdiden duyar gibiydi; “ Anne! Bugün bana okulda ne dediler, biliyor musun? Beslenmesine her gün pastane poğaçası koyan çocuk dediler(!)” Bu çocuk böyle dramaloji yapmayı nereden öğrenmişti?

Ayakkabı bağcıklarını asansörde bağlarken gülümsedi. Dolmuşa zar zor bindi. Kapasitesinin çok üstünde yolcusu olduğu için, zaten kapanamayan kapılardan, adeta sarkıyordu. Boş minübüs bekleme lüksü de yoktu, zaten bu saatlerde boş dolmuş bulmak imkansızdı. 

Metrobüs durağında minübüsten indi, durak öyle kalabalıktı ki gören bedava bir şey dağıtılıyor zannederdi. Burada binmek için beklerse, en az yarım saat kaybedecekti. Sıra yoktu, bu itiş kakışın içine girip, iş yerine savaştan çıkmış gibi gitmek istemiyordu. Ters istikamete doğru geçti. Önce dört durak geriye gitti. Metrobüsün ilk durağına vardı. Yarım saat kaybetmek yerine, dört durak geri giderek yirmi beş dakika kaybetmişti. Nereden baksan beş dakika kârdaydı!

Burası ilk durak olduğu için insanlar sıraya giriyorlardı. Nihayet gelen metrobüse binmiş ve bir koltuğa oturabilmişti. Maalesef bu koltuk keyfi çok uzun sürmeyecekti. Birkaç durak sonra mutlaka hamile, yaşlı veya hasta birine yer vermek zorunda kalırdı. Şansı vardı, uyuyakalmıştı. Uykusunun arasında homurdanmalar duydu. Bir ara kendine gelir gibi olup, seslere kulak kesildi. Yolcular, yaşlı birine yer vermeyen, kahrolası bir genç için söylenip duruyorlardı! Gözünün birini araladı. Hemen yanı başında, ayakta dikilen yaşlı teyzeyi gördü. Aman Allah’ım, insanların söylenip durdukları kişi ta kendisiydi! Hiç bu kadar utandığını hatırlamıyordu. Hemen ayağa kalktı ve yer verdi. Teyze teşekkür ederken, O da “Kusura bakmayın teyzecim” diyebildi. İnsanların homurtusu bir anda kesilmişti. Oysa söylenmek yerine, seslenebilirlerdi veya biri onu dürtebilirdi. O, bir büyüğüne yer vermeyecek kadar nezaketsiz bir insan değildi ve ne kadar yorgun olduğunu kimse bilemezdi. Metrobüs eşrafını ön yargılarıyla bırakırken, az önceki olay onda travma etkisi oluşturdu. Hiç yaşanmamış olmasını dilerdi. Güne hem geç kalarak, hem de metrobüsteki olay nedeniyle kötü başlamıştı. 

Üçüncü aktarmasını yapmak üzere tramvay durağında bekliyordu. Araçlar oldukça dolu geliyordu. İlkine binemediyse de ikincisine bindi. Günün bu saatlerinde işe gitmeye çalışan insanların yoğunluğunu, bu şehri yönetenler bilmiyor gibiydiler. Neden ek seferler koymazlardı ki? Ya da insanlar neden, balık istifi gibi işe gitmeye zorlandıkları halde, hiç seslerini çıkarmazlardı? Herkes kendi kendine dedikoducu insanlar gibi mırmır konuşuyor, sonra da büyük bir kabullenişle hayatlarına devam ediyordu. Oysa toplu halde hareket edilse, bu işe mutlaka bir çözüm bulunurdu. Etrafına bakındı, bu başkaldırıya hazır hiç kimseyi göremedi. Kendisi bayrak elinde, “Ya Allah!” diye ayağa kalksa, arkasına dönüp baktığında hiç kimsenin olmayacağından emindi. Layık olmadığını düşündüğü bu toplu taşıma tarzından artık çok sıkılmıştı. 

Ortalama bir buçuk saatte iş yerine vardı. Oldukça yorucu bir yolculuktu. Herkesle selamlaştıktan sonra bir çay alıp masasına oturdu. Duraktan durağa koştururken aldığı bir poğaçayı hızla yedi. Bu arada bilgisayarı açılmış, işlerini yapmaya çoktan koyulmuştu. 

Öğlene doğru, depocu Ahmet Bey, kendisine iletilen bir paketin yanlış kargolanmış olabileceğinden bahsediyordu. Paketi aldı, adres doğruydu ancak içinden çıkan numunenin gerçekten kendi firmalarıyla bir ilgisi yoktu. Kargonun üzerinde herhangi bir isim yazmadığı için, numuneyi alıp odaların hepsini tek tek dolaştı. Hiçbir arkadaşı böyle bir numune beklemiyordu. Paketi sekretere uzatıp kargo şirketini aramasını ve paketi geri almalarını istedi. 

Yarım saat sonra sekreter, elindeki telsiz telefonla kapıdaydı, kargo firmasıyla bir türlü anlaşamadığını söylüyordu. Kendisinden konuya açıklık getirmesini rica etti.  Sekreterin uzattığı telefonu alıp, “Buyrun” dedi. Karşıdaki elemanın ses tonu oldukça gergindi. Sekreterle girdiği gereksiz polemikten sıkılmış olmalıydı. Adam sinirden ne dediğini bilmiyordu. Önce onu sakinleştirmeye çalıştı, sonra şirketlerine gelen yanlış paketten bahsetti. Adam “Bize de yanlış paket geldi hanımefendi, biz de onu çözmeye çalışıyoruz işte” diye söyleniyordu. Ses tonu ne kadar da tanıdıktı; acaba gelip giden, tanıdığım kargoculardan biri mi diye düşünmeden edemedi. Adam sakinleşmiyordu, “Nasıl iş yapıyorsunuz, hem yanlış kargo getiriyorsunuz, hem de üste çıkıyorsunuz” diye bağırmaya devam ediyordu. Konuşmadan anlaşıldığı üzere orası bir kargo şirketi değildi. Aksine; adam, buranın bir kargo firması olduğunu düşünüyordu ve üstelik onlara da yanlış bir paket gitmişti. Bu konuşma hangi ara bu kadar karma karışık olmuştu anlayamadı. 

“Peki beyefendi dedi, sizin şirketiniz nerede?” İyi ki bunu sormayı akıl etmişti. Adam İstanbul’da deyince “Güzel” dedi, “Kolay çözeceğiz, bizde İstanbul’dayız. Hangi semttesiniz” diye sordu? Tesadüfün güzelliği iki firma da aynı semtteydi. Bu güzellik biraz sonra yerini şaşkınlığa bırakacaktı. Çünkü aynı cadde ve aynı kapı numarasından bahsediyorlardı. Birkaç saniyelik sessizlik oldu, sesi tanımıştı, “Ahmet Bey, siz misiniz?” diye sordu. “Evet, siz kimsiniz?” diye cevap verdi karşı taraf! Bu arada telsiz telefonla odasından çıkmış depoya doğru yürüyordu. Ahmet Bey’in odasının kapısından kafasını uzattı ve “Benim” dedi. 

Sekreter kargonun numarasını tuşladığında, aynı anda Ahmet Bey’de kargoyla konuşmak istemiş, sekreterin telefonunu tuşlamıştı. Hatlar birbirine nasıl karıştı, mevzu nasıl bu kadar karman çorman oldu bilinmez, bu yorucu günü kahkahalarla kapamayı bir şekilde başarmışlardı.

Eve dönerken, yolunun üzerinde olan kargo firmasına paketi bıraktı, “Şimdi onlar düşünsünler“ dedi ve haince gülümsedi. Sabah geldiği yollardan aynı şekilde eve geri dönecekti. Tek bir farkla! Tramvaya bir şekilde yine binmişti ama bulunduğu duraktan metrobüse binmek imkansızdı. Çünkü burası; İstanbul’un en merkezi metrobüs duraklarından biriydi ve özellikle iş çıkış saatlerinde çok kalabalık olurdu. Geriye doğru yürüdü, işin raconu buydu. Tamamen matematiksel hesaplar yapıyordu. Önce üç metrobüsün aynı anda arka arkaya gelme ihtimalini hesapladı. Büyük kalabalığın öndeki iki metrobüse bineceği muhtemeldi. Böylelikle arkada olan üçüncü metrobüse fazla yolcu kalmazdı. En arka kapısının durabileceği yeri hesapladı, bir metre sağa ya da sola ufak sapmalar olabilirdi. Ancak iki metrelik sapma kabullenilemezdi, çünkü diğer kapıya denk gelmiş olurdu ve yine itiş kakışın içinde kalırdı. Toplu taşımaya binmek için yaptığı ince hesaplardaki performansı, zamanında derslerinde de gösterseydi, herhalde şimdiye kadar profesör olmuştu! 

Nihayet, matematik olimpiyatları sona ermiş ve kendisini zar zor da olsa bir metrobüsün içine atabilmişti. Yalnız ufak bir sorunu vardı. Çantası metrobüsün dışında seyahat ediyordu. Nasıl olduysa kapı kapanınca çanta sapından sıkışmış ve dış tarafta kalmış, boynuna astığı çantanın sapı onu cama doğru çekmişti. Bir durak boyunca pencereye yapışık halde gitti. Öyle kalabalıktı ki kimse bunu fark etmemişti bile… Camla bütünleşmiş suratını kıpırdatamasa da, gözleriyle çantasının uçan rüzgarda nasıl dans ettiğini izleyebiliyordu.

Bu amansız yolculuk son bulduğunda saatler akşam 9.00’u gösteriyordu. Eve geldiğinde çocukları serzenişteydiler, “Anne öğretmen dedi ki en geç 9.00’da uyumalıymışız.” Bu kural onların ailesini kapsıyor olamazdı. Özel sektörde çalışan, İstanbul’da yaşayan ve yardımcısı olmayan bir annenin dramını yaşıyordu, “Ben öğretmeninizle konuşurum” deyip yemek yapmaya koyuldu. Sofradan kalktıklarında saat 10.30’u gösteriyordu. Çamaşırları makineye attı, mutfağı toparladı. Bir bardak çay içmek için koltuğuna oturduğunda saat 12’yi çoktan geçmişti.

Yarın sabah kaldığı yerden devam edecek bu maratona, yıllar yılı istemsizce de olsa ayak uyduracaktı. Köleliğin adı modernlik olmuştu ve hiç kimse bunun farkında değildi. Durup dinlenmeye bir dakika olsun zamanları yoktu. İçinde bulundukları durum, öğrenilmiş çaresizlikten başka bir şey değildi. Kendi bulundukları ortamdan dışarı çıkmış olsalar, yaşadıklarının nasıl bir şey olduğunu ancak fark edebilirlerdi. Ama sistem uzun süreli dışarı çıkmalarına dahi izin vermiyordu. Bir yılda iki haftalık izin kullanabiliyor, onu bile ikiye bölüp, farklı zaman dilimlerine yayıyordu. 

Bazen bu düzene itiraz edesi geliyor, sonra e-devletten ödenmiş sigorta primlerine bakıyor, emekliliğe kaç yılı kaldığını hesaplıyordu. Gözlerinin önünde, Ege’de bir sahil kasabasında yaşayan ve saksılarda begonya yetiştiren şirin bir emekli canlanıyor, bu hayalden aldığı güçle koşturmacaya devam ediyordu. Bu modern dünyanın içinde, günler birbirini kovalarken, hayat hızla akıp gidiyordu.

Hikaye: Yasemin Tatlıseven

 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi