Gizli Saralarını Seviyorum Hayatın
Film Eleştirisi: Rasih Yılmaz
Zeki Demirkubuz’un 2001 yılında çektiği Yazgı için köşemde şu başlığı atmıştım: “Allah’ın yeryüzündeki adalet terazisi vicdan.”
Kendisiyle tanışmamız ve merhabalaşmaya başlamamız zaten bu yazımdan itibaren olmuştu. Belki de filminden hareketle yaptığım tanımlama ilgisini çekmişti, tam bilemiyorum! Ama o da dikkatimi Masumiyet ile celbetmişti önce. Bu arada bir şerh düşmem gerekirse ilk filmi olmasına rağmen benim izlediğim beşinci filmi olmuştu C Blok.
Zeki Demirkubuz sineması her an ön kabulümle açardı perdelerini. Kaybolmaya yüz tutmuş insanların, ruhlarına ait ara sokaklarda dolaşmak gibiydi kamerası.
Karanlık, acı çeken ama merkezinde her şeyiyle insanı oturtmasını sevmiştim sanırım Demirkubuz’un. Cennet ve cehennemi dünyada yaşadığımızı gösteren gözler gibi dolanıyordu senaryolarında. Bu toprağın üstünde, bu gökyüzünün altında ne oluyorsa oluyordu ve her şeyin müsebbibi insandı! Bazen İtiraf’tı, bazen Masumiyet, bazen Yazgı, bazen Kader. Hepsi bir dinsel kavram metaforuna sizleri sürüklüyor gibi gözükse de aslında dönüp dolaşıp vicdana dayanıyordu bütün hikayeler aynen Hayat gibi.
Basit bir drama gibi duruyordu göz önünde olanlar. Dedesi tarafından yetiştirilmiş yetim ve öksüz bir çocuk, görücü usulüyle evlendirilmek üzere olup büyük şehre kaçan ve kötü yola düşen bir kız ve perişan olan aileler. Ama bu basit dramdaki asıl cerahati patlatacak olan, o tanıdık el yine devreye giriyordu ve ortalığı hallaç pamuğu gibi atıyordu. Hicran sırf kendi hayatını değil etrafındaki her canlının hayatını bir sıkımlık tek nefes üzerinde topluyordu. Çünkü hicran, ayrılığın yol açtığı onulmaz acıydı Türk Dil Kurumu’na göre.
Babasının asker arkadaşına vefasının doğurduğu onarılmaz acı, dedenin oğul ve gelinin ölümüyle yaşadığı acı, nişanlısı Rıza’nın anne ve babasızlığının acısı, öğretmen emeklisi Orhan’ın terk edilmişliğinin acısı vesaire vesaire. Tüm acıların temelinde bir gitme hali kendini gösteriyordu ve sonuç hep: Hicran’dı. Hatta Hicran için bile hicrandı.
Demirkubuz sinemasında (hikâye merkezli) sanılanın aksine tüm kadınlar içten içe dirençli, sessiz ve güçlüdür aynen Hayat’taki Hicran gibi. Erkekler öfkeli ama zayıftır hep Demirkubuz kadınları karşısında. Kapılar vardır bir de ve bir türlü vazgeçemediği tüplü televizyonlar anlatımlarında. Bu kez iç değil dış kapılar çıkarken karşımıza Hayat’ta, kapalı televizyon camlarından, gerçekleri yansıtmayı tercih etmiş; yaşanılan odalara. Bir ayna gibi kullanmış sanki beyaz ekranı Hayat’ta. Rüya sahneleri zorlama bir aforizma gibi gelse de kimileri için, aslında hayata dair içemediğimiz bir bardak suyun anıdır demiştir filmin son katresinde.
Bulantı ve Kor’la birlikte bir zihinsel ve üretkenlik sorgulaması içine düştüğüne inandığım Zeki Demirkubuz, Hayat ile kendi sinemasında farklı bir evreye geçişin ilk adımını atmış gözüküyordu.
Alışılmışın dışında bir yönetmenlik becerisi, usta işi bir senaryo, bir kez dahi sekmeden akan kurgu, muhteşem görüntü yönetmenliği ama illa da oyunculuk illa da oyunculuk. Zeki Demirkubuz oyuncularından muhteşem verim alarak tamamlamış filmini. Hicran rolündeki Miray Daner mesela ayrı bir parantezi hak ediyor. Dakikalarca süren ağlama sahnesindeki performansı 3.5 saatlik filmdeki muhteşem oyunculuğunu bir nevi taçlandırma arzusu gibiydi. Rıza yani Burak Dakak’ın berrak bir öfke gibi sahne sahne salınımdaki merhametli oyunculuğu da ayrı bir alkışı hak ediyor. Baba Mehmet’i oynayan Umut Kurt, anneyi sahneye koyan Melis Birkan, dede Osman Alkaş, Orhan’a can veren Cem Davran, Pezevenk Yılmaz’ı oynayan Doğu Demirkol ve diğerleri. Harika oyuncu tercihleri ve üst düzey bir kimya uyumuna çok iyi bir örnekti Hayat.
Eğer Masumiyet ve Kader’in devamını çekmiş olsaydı Demirkubuz, bunun adı kesinlikle Hayat olurdu! Daha önceki filmlerinde edebiyatın dehlizlerinde adımlar attığını seyirciye hissettiren yönetmen, artık sinemada kendi edebiyatının giriş bölümünü kayda aldığını son filmi ile bize göstermiş oldu.
Demirkubuz’un Yeraltı filmiyle ilgili yazımı şöyle bitirmiştim: “Demirkubuz’un gizli saralarını ve sayıklamalarını seviyorum… Adını ister sanat koyun ister başka bir şey. Kare kare acılarına dokunmamıza izin veriyor ve dokununca o acıların kendinize ait olduğunu anlıyorsunuz.”
O zaman bir kez daha: Canınızı ne kadar yakmak isterse o kadar yakar Zeki Demirkubuz. İçinizi (insanın), dışınıza ne kadar vurmak isterse o kadar vurur. Zihninizi ve ruhunuzu törpülemek istediği kadar törpüler. Her karede seyirci olarak siz onu izlemezsiniz aslında, o sizi izler karşınızda.
Her yerim yara;
ille de kana, bulandım kana…
Sustum, sustalısı saplı façamda;
sarhoşum: akrebim ağında,
zehrim oy ki ne tatlı ilaç bana…