Tek Başına, 46 Yaşında

Tek Başına, 46 Yaşında

Hikaye: Betül Saadet Evli 

Bugün doğum günüydü. 46 yıl önce ilk defa gözlerini açmıştı Leyla. Özel bir gün müydü, tartışılır. Ama ilk kez annesini görmüştü, bu özel bir şeydi. İlk kez üşümüştü. İlk kez ağlamıştı. Tam 46 yıl önce bugün.

Kuru yapraklarla örtülü sokakta elleri ceplerinde yürüyerek kafeye girdi. Cam kenarındaki bir masaya oturup çikolatalı pasta ve limonata sipariş etti. Sonra da içerideki insanları izlemeye başladı. Ne de mutlu görünüyorlardı! Yalnız oturan tek kişinin kendisi olduğunu fark etti. 46 yıl önce o hastane odasında yeterince ağlamamış olsa yalnızlığına ağlardı. Hem o zamanlar ne zaman ağlasa yanına koşan birileri olurdu; annesi, babası, hemşireler, teyzesi, ablası… Küçük Leyla’yı teselli etmeye hazır bir sürü kişi… Yanında olmaya hevesli bir sürü kişi… Artık yanında olmayan bir sürü kişi…

Bu düşünceler hoşuna gitmiyordu. Yalnız olmak hoşuna gitmiyordu. Tüm sevdiklerinin onu beklemeden gitmiş olmaları hoşuna gitmiyordu. Alnına düşen saçlarını – aralarında beyaz teller de vardı- geriye atıp etrafa bakınmaya devam etti.

Köşedeki masada oturan çifte baktı. Mutluydular. Ama mutluluklarında ortak bir şey vardı. Gülerken yanakları aynı şekilde kızarıyordu mesela. Sonra gözleri de aynı şekilde parlıyordu. Üzüm üzüme baka baka kararır diye düşündü. Onların mutluluğunda, onların uyumunda Leyla’nın canını acıtan bir şey vardı. Ulaşamadığı hayalleri başkalarının gerçeği olmuştu. Yapayalnız kalakalmıştı işte.

Zihnindeki düşüncelerden kaçmak için etrafı incelemeye devam etti. Karşı masada oturan aileyi izlerken garsonu fark etti. Genç garson tabağı ve limonata dolu bardağı masaya bıraktı sonra da kibarca gülümseyip uzaklaştı. Leyla bir yudum limonata içip çantasından kitabını çıkardı. O sırada ayraç sayfaların arasından kaydı. Çantasını eliyle karıştırıp ayracını bulmaya çalışırken eline küçük bir kağıt parçası geldi. Ayraç yerine kullanmak hiç de fena fikir değildi… Kitabın sayfalarını karıştırıp yerini bulmaya çalışırken gözüne altını çizdiği bir cümle takıldı : “İnsanların arasındayken de yalnız hissedilir.” İç çekip kitabı kapattı. Nerede kaldığını çok da umursamadığını fark etti. Pipetiyle parlak sarı limonatayı karıştırdı. Nane yaprakları ve buz küpleri dairesel hareketlerle dönmeye başladı. “Şu dalından koparılmış yapraklar bile yalnız değiller.” diye düşündü. Limonatasının içindeki nane yapraklarına imrendi. Bu kadarı da abartı artık diye içinden geçirdi. Gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı. Elleriyle yüzünü avuçladı ve gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında yalnız olmamayı diledi. Ne de olsa doğum günleri dilek dilemek için vardı.

Yanaklarını okşayan rüzgarla beraber gözlerini açtı. Bir kütüphanedeydi ve karşısında çok iyi tanıdığı bir kadın duruyordu : annesi. Annesi öleli neredeyse 10 yıl olmuştu ve özellikle son 3 yılda (başka bir deyişle ablası da öldükten sonra) onu defalarca rüyasında görmüştü. Küçükken kabus gördüğünde ağlayarak annesine koşardı. Annesi Leyla’yı teselli etmenin bir yolunu hep bulurdu da ondan. Annesini rüyasında görüp gözyaşlarıyla uyandığında Leyla kollarına sığınabileceği kimsenin kalmadığını fark etmişti. Rutubetli evinde yankılanan saatin tik taklarını dinleyerek birinin yardım etmesini beklemişti. Sonra fark etmişti tamamen yalnız olduğunu. Yorganın altına saklanmıştı. Yatağının altında saklanan canavara bile yenilebilecek güçsüz bir kız çocuğu gibiydi.

Belki şu anda da bir rüyadaydı. Annesini rüyasında ilk görüşü değildi sonuçta. Rüyadan uyanıp uyanmayacağını test etmek için gözlerini defalarca kapatıp açtı. Her seferinde annesi o tanıdık yüzüyle karşısında duruyordu. En sonunda vazgeçti.

“Neler oluyor anne ben neredeyim ve sen neden buradasın?”

“Doğum günü dileğini yaşıyorsun Leyla. Sevinmelisin. Bak artık yalnız değilsin.”

“Bu nasıl bir rüya. Uyandığımda canım çok acıyacak.” Annesinin karşısında oturuyor olmasına sevinemiyordu. Düşündüğü tek şey rüya bittiğinde yaşayacağı acıydı.

“Hayır. Bu bir rüya değil. Yalnız olmamayı diledin ve yalnız değilsin.”

“Ne kadar sürecek bu? Hayatıma geri dönmek zorunda kalacak mıyım?” Cümlesinin sonuna doğru Leyla’nın sesi titredi. Belli etmemeye çalıştı. Annesinin onu ağlayıp duran küçük bir kız olarak görmesini istemiyordu. Verilmesi gereken mesaj belliydi: Anne bak! Ben güçlü bir yetişkin oldum. Benim için endişelenme sakın. Ben büyüdüm bak! 

Annesi ya sesinin titrediğini fark etmemişti yada fark etmemiş gibi yapıyordu. “Doğduğun günden bugüne kadar tanıyıp sevdiğin 46 insanla görüşme hakkın var. Süren sınırlı, unutma. Her görüşme sana bir şey öğretecek. Amaçları da bu zaten. Bir görüşmeden bir şey öğrendiğinde süren bitmiş demektir. Vedalaşmak için vaktin olacak. Bu konuda endişelenme. Ayrıca fiziksel temas yasak. Konuştuğun kişiyle fiziksel temas kurarsanız tüm bu kütüphane tepemize çöker. Dikkatli olmalısın.”

Bunların hepsi çok saçmaydı. Annesinin anlattığı her şey çok saçmaydı. Tam bir saçmalık. Limonatasında ilaç mı vardı acaba? Halüsinasyon mu görüyordu?

“Hadi Leyla, hayal gücünü kaybedecek bir yetişkin değilsin sen. Küçük Prens’i defalarca okudun.”

Tabii ya Küçük Prens… Kafede otururken çantasından çıkarmaya çalıştığı kitap. Yetişkin olurken el rehberi olan kitap. Mantığını bir kenara bıraktı ve hiç bir şeye saçma denemeye karar verdi. Sonuçta kaybedecek bir şey yoktu. Yüzünde beliren ifade düşüncelerini açığa vuruyor olacak ki annesi konuşmaya devam etti.

“İlk görüşeceğin kişi benim. Benden sonra sıra kimde olacak bilmiyorum ama.” Duvardaki saati işaret etti. “Akrep ve yelkovan üst üste geldiğinde kuralları anlatan bir belletmen olmayı bırakacağım. Annen olacağım. Sonra seninle uzun uzun sohbet edeceğiz. Ta ki sen benden bir şey öğrenene kadar. Sonra vedalaşacaşız. Ve sıradaki gelecek. Benimle beraber tam 46 kişi, unutma. Sormak istediğin bir şey var mı?”

“Sanırım yok.”

Konuşmanın başından beri annesinin bir anneden çok belletmen gibi davrandığına hak verdi. Gözlerini saate çevirip akreple yelkovanı takip etti. Düzenli ve ritmik hareketlerle ilerleyip üst üste geldiler.

“Leyla, canım kızım, doğum günün kutlu olsun.”

Sonra Leyla göz yaşlarını tutmayı bıraktı ve uzun uzun dertleştiler. Aralarında geçen konuşmayı anlatmak anne-kız mahremiyetine ters düşeceği için burada iş sevgili okuyucunun hayal gücüne düşüyor.

Ve konuşmalarında öyle bir noktaya geldiler ki Leyla vedalaşmak zorunda kalacağını hissetti. Çünkü annesinden bir şey öğrenmişti : Hayatta karşına iyi ve kötü insanlar çıkacak. İyileri görüp beklentini yükseltme. Kötüleri görüp ümitsizliğe kapılma.

“Teşekkür ederim anne. Vedalaşmamız gerektiği için üzgünüm. Sana sarılabilmek isterdim.”

“Üzülme Leyla. Seni çok sevdiğimi de unutma. Kendine çok iyi bak güzel kızım.”

Leyla gözlerini kısarak gülümsedi. Sonra istemsizce saate kaydı gözleri. Akrep ve yelkovan üst üste gelmek üzereydi…

Leyla annesinden sonra 45 sevdiğiyle daha görüştü. Babası, annesi gibi kansere yenik düşen ablası, dedesi, ilkokul öğretmeni, bir sürü arkadaşı, bir zamanlar sevdiği eski eşi ve hatta ona sürekli kek getiren eski komşusu… Tanıdığı, sevdiği ama artık hayatında olmayan insanlar.

Her konuşmadan bir şey öğrendi. Toprağa gömdüğü fındıklarını kaybeden sincap aslında binlerce fındık ağacı dikiyordu. Küçük çaplı bir orman yani. Babasına göre biz de o sincap gibi kaybettiğimiz sandığımız şeyleri aslında kaybetmiyorduk. Onları kaybettiklerimizden daha güzeliyle değiş tokuş ediyorduk başka bir deyişle. Fındığa karşılık fındık ağaçlarıyla dolu bir orman…

Karşılık bekleyerek yapılan iyiliğin iyilik olmadığını öğrendi. Kendine zaman ayırmanın ihtiyaç olduğunu öğrendi. Öfkeyle kalkanın zararla oturduğunu öğrendi. Zamanın elindeki tek gerçek sermaye olduğunu ve neye harcadığına dikkat etmesi gerektiğini öğrendi…

46. kez akrep ve yelkovan üst üste geldiklerinde bu sefer kucağında bir kitap duruyordu, çantasından çıkardığı kitap: Küçük Prens. Önünde açık olan sayfayı okudu: “Bir gün üzüntün geçince beni tanımış olduğuna sevineceksin.”

Konuştuğu insanları düşündü: annesinden başlayıp eski komşusuyla biten bir liste. Tanıdığı insanlar. Sevdiği insanlar. Onu seven insanlar. Özlediği insanlar. Onlardan öğrendiği şeyleri düşündü. Sanki zihnini baştan inşa etmişti. Yokluklar acı verse de hepsini tanıdığı için mutluydu, Küçük Prens yine haklı çıkmıştı. İyi ki tanımıştı hepsini! Artık o kadar da yalnız hissetmediğini fark etti. Tepeyi tırmanmayı başarmış da manzarayı izlerken soluklanıyordu sanki. Etrafındaki raflara baktı. Kitaplar. Yalnızlıktan kurtulmak için yanında insanlar olmasına ihtiyacı yoktu belki de. Kitaplar da iş görmez miydi sahiden? Yavaş yavaş anlıyordu. Tüm bu konuşmaların bir kütüphanede geçmiş olmasının verdiği bir mesaj vardı. Fark etmişti. Hayatımda aldığım en güzel doğum günü hediyesi bu diye düşündü.

Gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında hayatına geri dönmeyi diledi.

Kafenin boğuk gürültüsüyle ellerini yüzünden indirdi. Yavaşça attığı gözleri kolundaki saate takıldı. Akrep ve yelkovan üst üsteydi. Pastasından büyük bir lokma yerken masada duran kitabın ilk sayfasını açtı. Kaldığı yeri kaybettiyse neden baştan okumayacaktı ki!

Altı yaşındayken bir gün, balta girmemiş ormanlar üstüne yazılmış “Yaşanmış Öyküler” adlı bir kitapta müthiş bir resim görmüştüm…

Meraklı ve düşünceli okuyucularım için eklemem gerek : Leyla 47 yaşına yalnız girmedi, yanında bir sürü sevdiği arkadaşı vardı. Hepsiyle ilçelerindeki halk kütüphanesinde tanışmıştı…

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi