Tuz ve Buz Şehri

Tuz ve Buz Şehri

Hikaye: Ayşe Üstündağ

Fotoğraf: Akın Akdağ

 

Şimdi uyuyamam ben. Tam karşımda bir şey söyleyecekmiş gibi bakan ama bir türlü karar veremeyen, dudakları kıpırdamak üzereyken deklanşöre basılan bu adamın siyah beyaz fotoğrafı, bomboş duvardan ziyade  belirsizliğin ortasında asılı kalmış gibi duruyor. Yüzü sağ tarafa  dönük, gözleri tam karşıya bakarken çekilmiş bu fotoğrafta, sol taraf gölgede kalırken, sağ kısmındaki çizgiler oldukça silik. Bu tezatlık içinde yorgun ve hissizleşmiş, fakat siyah iki küre kadar belirgin gözler bir cevap bekliyor gibi, yatakta huzurla uzanmama aldırmadan bana bakıyor. Uykumdan olmama  iyi bir bahane bulduğum için seviniyorum, yoksa saatlerce sebepsiz yere yatakta dönüp durmanın can sıkmaktan başka bir işe yaradığı yok. İki gece konaklayacağımız  bu otel odasını inceliyorum. 

Odanın genişliği ve tavanın ideal yüksekliği  basık havayı dağıtmaya yetmemiş anlaşılan. Şampanya rengi duvarlar, bordo halıfleks, kahverengi kapılar ve mobilyalar loş ışıkta ağırlaşmış gibi hantal ve sabit. Masanın önündeki sandalyeyi çekip oturamadım mesela, değişime direnç gösteren yılların bezginliği bir yandan antika ruhunu beslerken, bir yandan da dokunulmazlığını hissettiriyordu insana. 

Sağ duvarda odanın büyüklüğüne nispeten küçük, dikdörtgen iki pencere ana caddeye bakıyor. Kışı sert olduğundan pencerelerin küçük tutulduğu bir şehirmiş burası, bunu daha sonra öğrenecektim. Bu küçük pencereler için tavandan yere kadar uzanan bordo perdeler, en ufak ışık hüzmesini dahi içeri sızdırmayacak kadar kalın. Yalnız bu beyaz temiz çarşaflar, az önce giydiğim pamuklu ince pijamam  ve yanına uzandığım güvenli limanın kolları, hafifliğin ikliminde uyumama yardımcı olabilir, gözlerim tam karşıda duran keskin gözlere mıhlanıp kalmazsa tabii. 

Resepsiyondaki kız işe yeni başlamış olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum. Neden engelli odasını verdi ki bize? Başka oda mı kalmamıştı, yoksa bilmiyor muydu hangi oda kim için? İki sağlıklı yetişkiniz oysa, iki yetişkin yabancı da diyebiliriz elbet. Banyoya girince anladık. Klozetin ve lavobanın yanında duvara monte edilmiş tutunma barları var. Duşta ise tabana sabitlenmiş minik bir sandalyeyi andıran beyaz bir oturak. Banyo ışığı gözü rahatsız edecek kadar güçlü. Bir de gece lambasının yanında acil çağrı düğmesi var. Sezonda oda bulduğumuz için şanslıydık. Yine de sorular dönüyor zihnimizde.  Gidip konuşmalı mı? Ya başka oda yoksa? Hem ne fark eder. “İyi de engelli değiliz ki biz!“ diyen sesime “Ne o alındın mı bundan, yoksa birkaç tutunma barı mı rahatsız eden?“ diye karşılık veren gözlerim banyo aynasında takılı kalıyor bir süre. Otuzlu yaşların yüzüme verdiği olgunluk ve vücudumun aldığı şekil haz dünyamı tatmin ederken, odadaki bilhassa  banyodaki ağır hava  iki kaşımın ortasında yoğunlaşarak ince bir glabella çizgisine dönüşüyor. 

Şehrin dilencileri geliyor aklıma. Yüzlerini hatırlamıyorum, bu fotoğraftakinden daha silik olan yüzleri. Şehrin düzenli ve estetik ruhu,  onların  özensiz ve iddiasız hâllerini daha da belirsizleştiriyordu.  Kendisine benzemeyen dilencilere yüz vermeyen  bu sokaklar, daracık kaldırımlarında onlara yer vermenin haklı gururunu taşıyorlardı. Zorla çalıştırılan işçilerin inşa ettiği tarihi köprüde yazılan nota bakılırsa,  tuz ve buz şehri hakediyordu bu gururu. 

Peki ben ne yapacağım bu tuz ve buz şehrinde, yüzümdeki şaşkınlığı görmesinler diye onlara benziyorum.  Şık ve bakımlı bir kadın olarak yürüyorum sokaklarında, dilencileri görmemezlikten geliyorum mesela. Bugün arabada koluma tutunan sineğe benzeyen canlıyı görmemezlikten geldiğim gibi. Uzaklaştırmak için kendimden, arabanın camını açıp sarkıtıyorum kolumu dışarı, ondan kurtulmaya bakıyorum. Öldüremediğimden, vicdan rahatlığıyla oturuyorum. Acaba savrulup bir yere çarptı mı diye kısa bir an düşünsem de, yapabileceğim başka bir şey yoktu diyorum yola bakarken, manzara unutturuyor o küçük sineği. Şehir de benden böyle mi kurtulmuştu diyorum, nereye savrulduğumu merak etmeden. 

Peki ben ne yapacağım bu tuz ve buz şehrinde. Bir otel odasında ölmek istemediğimi fark ediyorum. Ölmek için de yer beğeniyor insan. Bu iki gün içinde ölmesem bari.  Mezar yerini seçenlere güldüğümü anımsayınca, yaşlanmışsın diyorum, elim yeni pijamadaki inci düğmelerin üzerinde gezerken. Aslında pijama yeni değil, sekiz yıl önce alınmış, ancak bugün giyilmiş bir pijama. “Bu pijamayla arama giren sekiz yıl,“ derken göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyorum. 

“Küçük pencereler seni rahatsız etmedi, değil mi?“ diyorum yanımdaki limana. “Hayır, neden rahatsız etsin ki?’’   Gözlerinin önünde uçsuz bucaksız deniz, pencereleri görmüyor bile.  “Peki ya tablodaki belirsiz yüze ne diyeceksin?“ “Bunu saklamayacak kadar cesur ama, hakkını verelim!“ derken o, kollarımı kenetliyorum gövdesine, demir atar gibi.

Sonra bütün ağırlıklardan azade bir ummana yelken açıyorum. Şimdi uyurum ben…


Hikaye: Ayşe Üstündağ

 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi