Ruhunu Omzunda Taşıyanlar

Ruhunu Omzunda Taşıyanlar

Kitaplık- İsmail Kaynar

 

Bir geçiş nesli olarak bizim kuşağımız, teknolojinin gelişimine bizzat şahitlik eden şanslı bir kuşaktır. Şu an kullandığımız teknolojik aletlerin neredeyse tamamının en ilkel hallerinden bugünkü hallerine gelene kadar geçirdikleri evrelere şahit olmuşuzdur. Yeni nesil gibi (moda tabirle Z Kuşağı) kendimizi ileri teknolojinin, sosyal medyanın, metaversin, yapay zekânın göbeğinde bulmadık. Bu evrimin her anını hissederek yaşadık. Örneklerle ilerleyelim.

Mesela televizyon; ilk defa evimize televizyon girdiğinde kasabamızda birkaç tane televizyon ancak vardı ve onların da çoğu kahvehanelerdeydi. Siyah beyaz, düğmeli, tek kanallı televizyon evin başköşesine, transistörlü radyonun tahtına oturdu. Artık her akşam mahalleden misafirlerimiz vardı. Merakla ve hayretle gözünü ekrandan ayıramayan yaşlılar, filmlerde yaşanan her dramatik olaya ağlayarak tepki veren kadınlar, ajanstan haberleri seyredip vay be neler oluyormuş diyen erkekler ve saire… Elbette biz de tatil günlerimizi, sabah İstiklal Marşı ile açılıp gece bayrağın göndere çekilmesiyle kapanan televizyonun başında geçirirdik. Ama kapanışı çoğu zaman göremezdik, zira Adile Ablamız bizi yatağa gönderirdi. (Z Kuşağı için anahtar kelimeler: Uykudan Önce) Zamanla renkli ve uzaktan kumandalı televizyonlar çıktı, kanal sayısı arttı, 24 saat yayın yapılmaya başlandı, videolar çıktı, vhs/beta kasetler çoğaldı, bilgisayar yaygınlaştı, disket/cd/dvd/flaşbellek dönüşümüne şahit olduk, sonunda internet icat oldu ve her şeyin büyüsü bozuldu. Çünkü zamanında bizim harçlıklarımızı biriktirerek ancak satın alabildiğimiz ve aynı nispette değer verdiğimiz pek çok teknolojik ürün artık kıymetini yitirdi. Kolay, zahmetsiz ve ücretsiz ulaşılabilen her şeyin değerini yitirdiği gibi…

Mesela müzik; burslarımı biriktirerek aldığım volkmen, harçlıklarımdan kırparak satın aldığım kasetler, kitaplarımdan sonraki en değerli varlıklarımdı. Sezen Aksu’nun, Barış Manço’nun, Cem Karaca’nın Ferdi Tayfur’un Aşkın Nur Yengi’nin kasetlerini döne döne dinlerdim. Çok sevdiğim bir şarkıyı tekrar dinlemek istediğim zaman, pil bitmesin diye kasetleri geriye sarmazdım, tükenmez kalem kullanırdım. Tükenmez kalemle teyp kaseti çeviren bir nesil, müziğin gerçek zevkini tatmıştır. Zahmetliydi, ulaşmak, sahip olmak zordu
ve müzik dinlemenin keyfi download ucuzluğunda değildi o zamanlar.

Mesela filmler; ilk maaşımdan birini vcd almak için ayırdım. Sonra bir arşiv yapmak için cd ve dvd satın almaya başladım. Çok yakın bir zamanda internetin yaygınlaşıp filmlerin artık bedava elde edileceğini kestirememiştim ve kendi çapımda bir arşiv oluşturmuştum. Ama
şimdi hepsi kayıp. Daha doğrusu yok hükmünde. Toplamaya, biriktirmeye gerek kalmadı. Filmleri indirmek ve kaydetmek masrafsız ve zahmetsiz. Ama aynı zamanda değersiz de. Kolay ulaşılabilir olmanın değersizliğinden kastettiğim bu. Henüz televizyonun tek kanallı oldu zamanlarda en büyük keyfimizdi filmler. Seçme şansımız olmadığı için her filmi aynı keyifle seyrederdik. Ertesi gün mahallede hepimiz bir gece önce seyrettiğimiz filmin kahramanlarına dönüşürdük. Bazen Bruce Lee, bazen Süpermen, bazen kovboy, bazen Michael Knight olurduk. Hatta Rocky’yi ilk seyrettiğimizde, ertesi gün mahallenin ortasına ring kurup, poşetler içine doldurduğumuz otlarla kendimize boks eldiveni yapıp, akşama kadar birbirimizi dövmüştük. Lütfen hafife almayın, zira bizim kuşağa,

Muhammed Ali’den sonra boksu sevdiren ikinci adamdır Rocky Balboa. (Z Kuşağı için anahtar kelimeler: İtalyan Aygırı)
Bir de Rambo vardı elbette, John Rambo. Vietnam savaşı gazisi, sessiz, cesur, korkusuz, amansız, güçlü, yenilmez, bıçak kesmez, kurşun geçirmez, bomba işlemez, dev cüsseli asker. Yaz tatili boyunca akşama kadar alnımıza bağladığımız bandana benzeri bezlerle, evden kaçırdığımız ekmek bıçaklarıyla, dağ tepe gezip Ramboculuk oynardık. Tehlikeliydi ama eğlenceliydi de. Elbette bir Vietnam kahramanı kolay yetişmiyordu. Ama hayır, yetişiyordu. Televizyonlarımız birkaç kanal olduktan sonra üzerimize boca edilen üçüncü sınıf Vietnam savaşı filmleri sayesinde aslında Rambo’nun bir tane olmadığını, onlarca, yüzlerce hatta binlerce Rambo olduğunu fark ettik. Üstelik hepsi de kahramandı. Vietgonkların esir aldığı arkadaşlarını kurtarmak için ormanın içinde, bataklıklara bata çıka ilerler ve bütün pis askerleri öldürüp arkadaşlarını ve vatanlarını kurtarırlardı. Çünkü onlar kahramandı. Çünkü onlar Rambo’ydu. Çünkü onlar Amerikan askerleriydiler, haklıydılar, güçlüydüler, her şey vatan içindi, vatan onlara minnettardı. Vatan? Ama hangi vatan? Burası biraz karışık işte. Çocuk aklımızla “Amerika nere, Vietnam nere?” diye soramadığımız için, sorsak bile coğrafya bilgimiz alacağımız cevabı doğru değerlendirebilecek düzeyde olmadığı için, hem öyle olsa bile işin içinde başka unsurların olduğunu kestirebilecek kavrayış düzeyinde olmadığımız için, sadece bize sunulan olgularla doğruyu yanlışı, haklıyı haksızı ayırt etmeye çalışıyorduk. O da şuydu: Amerika haklıydı,
Vietnam düşmandı, Vietnamlılar zalimdi, acımasızdı ve hepsi haindi. Rambocuklar masumdu, mağdurdu, zavallıydı, ama hepsi kahramandı. Öyleyse “yaşasın Amerika!” ve Good Morning Vietnam. (Z Kuşağı için anahtar kelime: Robin Williams) Evet, bize sunulan olgular bunlardı. Algı yönetimini kendi içinde ve dünya çapında çok iyi beceren Amerika, bu filmler sayesinde, olguları mantık süzgecinden geçirip değerlendirecek kabiliyette insanların azlığından yararlanarak algıları kendi lehine çevirmeyi başarmıştı. Bunu çocuk aklımızla biz kavrayamıyorduk ama büyüklerimizin de kavrayamadıklarının bizzat şahidiyiz. Çünkü özellikle okumayan ve araştırmayan insanlar topluluğu olan bizim coğrafyamız, televizyon kültürü yerleştikten sonra, beyaz ekrandan önüne düşürülen her görüntünün gerçekliğini hiç sorgulamadan kabul etme eğilimine girmişti. Televizyona sihirli kutu denmesinin ne kadar isabetli olduğunu buradan anlayabiliriz. İnsanları büyüleyen ve algısını yöneten sihirli bir kutu. Hatta bu algı ustası ülke, bu sihirli kutuyu kullanarak, Vietnam Savaşı’ndan uzun yıllar sonra, tüm dünyaya canlı yayında savaş seyrettirdi. (Z Kuşağı için anahtar kelimeler: Çöl Fırtınası Operasyonu) Fakat Amerika, Vietnam Savaşı sırasında kendi ülkesinde bu yöntemi kullanmakta çok başarılı olamadı. Savaşa giden gençlerin cesetleri gelmeye başladığında, ülkenin evlatlarının bir hiç uğruna öldüğünü düşünen insanlar büyük tepkiler gösterdiler. Savaş karşıtı gösteriler oldu. Hükümet bu gösterilere karşı sert tedbirler aldı. Ama itirazın ve isyanın büyümesini engelleyemedi. Dalga dalga yayılan bu itirazlar kendi içinde savaş karşıtı fenomen bir hareketin doğmasına da öncülük etmiş oldu: Hippiler. Barışçı tutumları, sertliğe başvurmamaları, fikirlerini söylemekte ve savunmakta dimdik durmaları nedeniyle savaş karşıtı olan gençler arasında hızla yayıldı bu hareket. Savaşa gitmek istemeyen insanların çoğalması ve bu savaşın gereksizliğinin ülke çapında ciddi manada sorgulanmasını sağladılar. Sivil toplumun gücünü görmek açısından ders niteliğinde bir toplumsal harekettir Hippiler. (Z Kuşağı için anahtar kelimeler: Let The Sunshine In) Ama savaş tüm acımasızlığıyla gerçekleşti. On binlerce askeri öldü Amerika’nın. Sonrasında kendi haklılıklarını göstermek için dünya çapında yoğun propagandalar yapsalar da (yukarıda bahsettiğim filmler bunların bir kısmıydı sadece) savaşın acı bilançosunu değiştiremediler.
Bayraklara sarılı tabutlarda gelen genç insanların cesetleri hükümetleri sarstı, başkanları yerinden etti. Bu gençlerin gömüldüğü özel şehitlikler hançer gibi ülkenin bağrına saplanmıştı bir kere ve bu yaradan çok kan akacaktı. (Z Kuşağı için anahtar kelimeler: Arlington
Mezarlığı) Savaştan sağ dönenler de oldu ama hiçbiri eskisi gibi olamadı. Toplum hayatına uyum
sağlayamayanlar, bunalıma girenler, intihar edenler oldu. Hatta savaşı kendi etrafına taşıyıp
yakınlarını öldürenler de oldu. Hepsi oldu. Hepsi olmuş. Yaşanmış. Ama savaştan dönenlerin
bir kısmı zor da olsa günlük hayatın olağan akışına ayak uydurmayı ve normal yaşamlarına
dönmeyi başarmış. Hatta savaşta yaşadıklarını anlatmaya cesaret edenler de olmuş. İşte
onardan biri de Tim O’Brien.

Gençliğinin baharındayken savaşa gitmek zorunda kalır Tim. Orada çok zorlu koşullarda
savaşır. Yaralanır. Ama savaş bitiminde ülkesine sağ salim döner. Muhabirlik yapmaya
başlar. Aynı zamanda savaşa dair kitaplar da yazar. Kitapların başarıya ulaşmasıyla
muhabirliği bırakır ve kendini yazmaya verir. Onun savaşa dair yazdığı en etkileyici romanı
da, ülke çapında ve tüm dünyada milyonlarca okura ulaşan ve pek çok ödül alan Taşıdıkları
Şeyler romanıdır.
Yazar bu kitapta gerçekle kurguyu harmanlamış. Ama hangisinin gerçek hangisinin kurgu
olduğu keskin çizgilerle ayrılmamış. Hatta tamamı yaşanmış da olabilir çünkü son derece
gerçekçi. Bu gerçekçi anlatım kitabın her sayfasını dikkatli okumaya teşvik ediyor. Zira –
kitabın arka kapağında bir yazarın belirttiği gibi- okurken tepenizde gezen helikopterlerin
sesini duyacaksınız. O derece… Hem öylesine gerçekçi ki, askerlerin taşıdıkları şeyleri
anlattığı bölümde saydığı bütün mühimmatı sanki siz de taşıyorsunuz. Çünkü orada askerler
sadece mühimmat taşımıyor. Duygularını, seslerini, susuşlarını, sularını, havalarını, sisi,
yağmuru, üzerine basacağı toprağı bile, yaşayacakları dünyayı bile, hatta kendi ruhlarını bile
omuzlarına alıp taşıyorlar. Çok etkileyici.
Takımındaki arkadaşlarını kurgunun merkezine oturtarak, onların iç dünyalarına sanki bir
ayna tutmuş yazar. Orada ölenlerin önceki yaşamlarına, geri dönenlerin de sonraki
yaşamlarına uzun uzun bakıp düşünmemizi sağlamış. Bunu da her bölümde anlatacağı konuya
uygun farklı bir üslup geliştirerek her yaşam için yeni bir atmosfer oluşturmayı başarmış.
Ayrıca orada bulunmalarının anlamsızlığını doğrudan söylemek yerine kurgunun içerisine
yerleştirdiği vurucu ifadelerle dolaylı yoldan anlatmış. Bu da romanın “savaşı anlatarak savaş
karşıtı olma” hedefini on ikiden vurmuş. Okuduğum en iyi ikinci savaş romanı olduğunu
söyleyebilirim. (X, Y, Z Kuşağı için not: Bir numarayı merak ediyorsanız öğrenmek için bana
mesaj yazmanız gerekecek. İnstagram hesabı biyologiso.)

Ezcümle; savaşa karşı olan tutumumu daha önce Lapsus’ta yayımlanan iki yazımda
belirtmiştim. (Bknz. Onlar Şunlar Bunlar ve Kalanların Hikâyesi) Şu an hâlihazırda dünya
üzerinde devam eden (başta Gazze soykırımı olmak üzere) onlarca savaş var. Ve maalesef bu
savaşlar orantısız bir şekilde sivillerin katledilmesiyle sonuçlanıyor. Gerekçesi ne olursa olsun
bütün savaşlar kötüdür, aslolan barıştır. Bu yüzden kutsal kitabımızda “sulh hayırdır” diyor.
Şu mübarek ramazan günlerinde dileğim ve duam o ki bütün savaşlar bir an önce son bulsun
ve bütün mazlumlar barışa ve huzura ulaşsın.
Vesselam.

 

Tavsiye Köşesi: Filmlerden bu kadar bahsettikten sonra Vietnam Savaşı etrafında yapılmış iyi
filmlerden birkaç örnek vermek kaçınılmaz olmuştur. Buyrunuz.
-Apocaliyse Now
-Deer Hunter
-Platoon
-Full Metal Jacket
-Jacob’s Ladder
-Good Morning Vietnam
-Hair
Son olarak şuraya Vietnam’a dair Vietnamlı bir yazarın kaleminden çıkmış, ödül canavarı,
benzersiz ve muhteşem bir kitabı da tavsiye olarak yazayım.
-Sempatizan, Viet Thanh Enguyen
Şiddete karşıyım ama bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi