Mümtaz Bey’in Kravat Koleksiyonu

Mümtaz Bey’in Kravat Koleksiyonu

Hikaye: Mus’ab Atıcı

Fotoğraf:  Andrew Neel

 

Mümtaz Bey yıllarca çalışmış olmasının karşılığını tam olarak almadığını düşünüyor olsa da huzurlu bir şekilde ayrıldı bankadan. Devlet memurluğunda alnının akıyla tam yirmi yedi yıl yedi ay on yedi gün çalışmıştı. Ve işte nihayet emekliydi artık. Sabah saatlerinde girdiği bankadan – veznede görev yapan memurun hiç acelesi olmadığından olacak – ancak öğle vakti çıkabilmişti. O günün sabahında çok heyecanlıydı. En önem verdiği öğün kahvaltı olduğu halde ayaküstü ekmek arası peynirle geçiştirivermişti kahvaltıyı. Bu yüzden olacak bankanın hemen karşısında bulunan çorbacı o an çok cazip ve davetkâr gelmişti Mümtaz Bey’e. Lokantaya geçti. Kapıya en yakın masaya oturdu, ilk gördüğü garsona siparişini verdi. Bankada tüm işleri bitmişti ama midesinde kelebekler uçuran heyecanını bir türlü bastıramamıştı. İşte yılların birikimi, alın teri, yüz akı şu hemen yanı başında duran sandalyenin üzerine dikkatlice yerleştirdiği çantanın içinde duruyordu. Az uz da bir para değildi doğrusu emeklilik ikramiyesi. Garsonu beklerken insanları izledi. Bankada işlem yapan memurun yavaşlığı geldi aklına. Gülümsedi. “Aynı bizim Hikmet Bey gibi” diye geçirdi içinden. Pire gibi çalışan, sağdan sola koşuşturan garsonları izle bir süre. Caddede kol kola girmiş çiçeği burnunda çifti görünce iç geçirdi. Rahmetli eşi geldi aklına, kendileri de bir zamanlar böyle güle oynaya yürürlerdi şehrin sokaklarında. Derin bir of çekti. Biraz sonra sipariş ettiği çorba geldi. Orta direk bir yaşam süren Mümtaz Bey yılların alışkanlığından olacak bir kâse çorbanın yanında bir tüm ekmek yedi. Malum memur maaşı ile dışarıda yemek lüks tüketime girerdi, bir de doymazsa yemediği bedava ekmek için günlerce hayıflanırdı.  

Lokantada hesabı ödedikten sonra evinin yolunu tutan Mümtaz Bey yol boyunca gördüğü mahalle eşrafına, esnafa, kapı önünde tespih tanesi gibi dizilmiş hararetle sohbet eden mahallenin kadınlarına, hatta çocuklara bile selam vererek yıllardır tek başına yaşadığı evine döndü. Televizyonu açtı. Gündüz kuşağı kadın programlarına denk geldi. Sık sık burada olup biten olayları duyardı mesai arkadaşlarından, ama ilk defa görmüştü bu programları. Malum, yayın saati mesai saatinin tam içine denk geldiğinden hiç izlememişti. Gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlık geçirmişti Mümtaz Bey. “Allah akıl versin. Ne olmuş bu insanlara. Tövbe yarabbi tövbe “ diyerek mırıldandı. Bu programları hiç izlememiş olmanın içinde uyandırdığı memnuniyet hissi ile zigon sehpanın üzerinde yarım bıraktığı kitabını alıp okumaya devam etti. Günlerden Perşembe, saat ikindiye az vardı. Dışarıda okuldan dönen çocukların neşeli çığlıkları… Emekli ve sağlıklı Mümtaz Bey “İnsan hayattan daha ne ister ki? ” dedi. Belli belirsiz bir gülümseme belirdi yüzünde.

Saatler günlerin, günler haftaların peşi sıra takılıp giderken, Mümtaz Bey bu sakin hayata iyiden iyiye alışmış gibiydi. Alışkanlıktan olacak her sabah erkenden kalkıyor biraz yürüyüş yapıp eve geçiyor öğle namazı için camiye gidiyor yaşıtlarıyla sohbet ediyor, hükümet yıkıp hükümet kuruyor böylelikle öğle namazını ikindi namazına bağlayıp eve geçince de tuhaf bulduğu ama zamanla alıştığı gündüz kuşağı programlarının değişik girdabında kaybolup gidiyordu. Tüm bunların yanında haftalardır aklında dolaşan bir soru vardı “ Ee ben bu emekli ikramiyesini aldım. Tamam, aldım almasına ama herhangi bir yere bağlamadım. Altın mı alsam? Yoksa döviz mi? Hazır para, bir dadanırsam vallahi havada buhar olur Allah göstermesin… ” işte bu sorunun farklı halleri Mümtaz Bey’in her an aklında bir cevap bulmak için bekliyordu. En kısa zamanda bir karar vermesi gerekiyordu. Bu toplu paranın bir yere bağlanması şarttı.

Bir gün yine hükümet yıkıp hükümet kurarlarken, cami arkadaşı emekli polis memuru Halil Bey bir fikir sürdü ortaya. “ Yahu muhterem ne düşünüyorsun at parayı bankaya, al faizi, yaslan arkana.”  İlk anda bu fikir Mümtaz Bey’in aklına yattı gibi oldu ama başını gökyüzüne çevirip minare gölgesi altında faiz konuşmak, sırat köprüsünün üzerinden seksek oynayarak geçmeye çalışmak gibi göründü kendisine ve hemen vazgeçti bu düşünceden. Başka bir yolu olmalıydı, hem emek sarf etmeli hem zevk almalıydı yaptığı işten. “ Peki, o zaman sahaf aç, hatta sahaf kafe aç. Mahallenin yarısı üniversite öğrencisi. Hem ders çalışıp kitap okusunlar hem çay kahve içsinler, bir de kitap satın alırlarsa ballı kaymak…” fikir yine Halil Beyden çıkmıştı. Mümtaz bey ilk anda bu fikre sıcak bakmadıysa da ilerleyen günlerde mahalleyi gözlemlemeye, kendi çapında bir fizibilite çalışması yapmaya bile başlamıştı. Gençler mahallenin çeşitli yerlerinde ki küçük kafelere, çay ocaklarına, lokallere sığmıyorlardı. Hatta oturmak için sıra bekleyenler bile vardı. Mümtaz bey çok geçmeden eline kâğıt kalemi aldı. Eğri oturdu doğru konuştu. Kılı kırk yardı hesap kitap yaptı. İyisini kötüsünü, girdisini çıktısını, alacağını vereceğini hesaplayıp sahaf kafeyi açmaya karar verdi. En büyük sermayenin zaten yarısı kendi evindeydi. Eski kitaplar, ansiklopediler, eski dergiler ve hatta gazeteler. Zamanla bunlara ekleme yapabileceğini düşündü. 

Bir hafta sonra serin bir sonbahar sabahı ilk işi, temiz kullanılmış elden düşme genişçe bir çay kazanını satın almak oldu. Çok geçmeden caminin hemen arkasında, eskiden hırdavat dükkânı olarak kullanılan bir dükkânı kiraladı. İçi dışı, elektriği, suyu, boyası badanası, rafı, indisi bindisi derken muhtarın besmeleye kuş kondurarak kurdeleyi kesmesi ile resmen sahaf kafenin açılışını yapmış oldu Mümtaz bey. 

Açılış sonrası mekânın en sağlam müdavimleri yine kendi akranları olmuştu. Cami avlusuna sığmayan sohbetler şimdi Mümtaz Bey’in mekânında yapılmaya başlanmış oldu. Her şey iyi güzeldi de gelenler eşi dostu olunca bazılarından Mümtaz Bey ödeme almazken bazıları da bile isteye ödeme yapmak yerine kuru bir selam verip evlerinin yolunu tutuyorlardı. Zamanla bu durum iyiden iyiye canını sıkmaya başlamıştı Mümtaz Bey’in. İlerleyen günlerde asıl hedef kitlesi olan öğrenciler sınavlarının da başlamasıyla beraber mekânı doldurmaya başladılar. Öğrenci sayısı arttıkça ihtiyar sayısı düşüyordu. Bu öğrenciler arasından yanında çalışacak bir delikanlı da bulmuştu Mümtaz Bey. 

Günlerden bir gün aklına bir satış yöntemi geldi Mümtaz Bey’in. Belki çok etkili olmazdı ama illa ki bir merak uyandırdı müşteride. Mevzu müşteri çekmekti nihayetinde. Yılların yorgunluğundan rengi atmış elbise dolabının önünde aldı hemen soluğu. Memuriyeti boyunca itina ile bir araya getirdiği 177 parçadan oluşan kravat koleksiyonunu elden çıkarma vakti gelmişti. Mümtaz beyin aklında ki satış planı belliydi. Bir tutar üzerinde alışveriş yapan kişiye bir kravat hediye edecekti. “Bu saatten sonra kravat takacak halim yok ya” diye geçirdi içinden. Belli ki kendini ikna etmeye çalışıyordu. Kolay değildi elbet onca sene gözü gibi koruduğu koleksiyonu bozmak. Aklı düşünceler ve anılar ile meşgulken gözü lacivert desensiz kravata takıldı. Bu kravat eşinin Ona aldığı ilk hediyeydi. Kravatı eline aldığında burnunun kemiği sızladı Mümtaz Bey’in. Hani erkek olmasa ya da yaşından utanmasa olduğu yere yığılıp elinde ki kravata sarılıp hüngür hüngür ağlardı. Çabucak topladı kendini, lacivert kravatı diğerlerinde ayırıp dolabın en güzel yerine koydu.

Neşeli bir ilkbahar sabahı yine dükkânın kepenklerini kaldırıp rızkının peşine düşerken Mümtaz Bey, bir taraftan da gelip geçenlerin selamını almakla meşguldü. Pırıl pırıl bir bahar sabahı, insanlar mahallede cıvıl cıvıldı. Mümtaz Bey dükkândaki işlerini tamamladıktan sonra, önceden hazırladığı büyük puntolu yazıyı cama astı. “300 TL ve üzeri alışverişlerinizde özel koleksiyondan kravat hediye.” Kısa süre sonra, meraktan olacak, müşteriler sırf koleksiyonu görebilmek için hesaplarını bir şekilde 300TL ve üzerine çıkarmaya başladılar. Üstelik bu müşteriler daha sonra daimi müşterisi olmuştu Mümtaz Bey’in. Alan memnun satan memnun günler böylece akıp gitti. Ve nihayet son kravatın da hediye edileceği gün geldiğinde yakın bir dostunu uğurlamaya hazırlanan biri gibi iki dirhem bir çekirdek giyinerek gitti dükkâna Mümtaz Bey.  Üstelik takım elbisenin içinde eşinin aldığı lacivert kravat…

Mahalle yine kıpır kıpırdı. Sabah siftahını edip birbirine takılan esnaf, simitini alıp sahafa gelen öğrenciler, istediği şey alınmadığı için ağlayan çocuk, caminin avlusunda sohbete yeni yeni başlayan emekliler… Dışarıdan bakan bir göz neredeyse bir hayat bilgisi kitabının içinde yaşadığını zannedilirdi bu tablo karşısında. Mümtaz Bey keyifle kahvesini yudumlayıp huzur içinde mahalleyi seyrederken çocukluğu, gençliği, evliliği, eşi, işi hepsi tekmili birden geçit töreni ile geçip gitti gözlerinin önünden. Bir süre sonra Türk sanat müziği yayını yapan radyoya kulak kabarttı. Eşi ile en sevdikleri şarkı çalıyordu. ” Sevemedim Karagözlüm seni doyunca…” derin bir iç çekti Mümtaz Bey, mırıldandı şarkının sözlerini boğuk sesi ile gözünün önünde çok sevip erken kaybettiği eşinin hayali. Vakti gelmiş gibiydi vuslatının. Kahve fincanını masanın üzerine bırakıp son defa baktı cebinden çıkardığı köstekli aile yadigârı saate. Derin bir iç geçirdi Mümtaz Bey “Ayırmasın Mevla’m bizi ömür boyunca “ diye tekrarladı birkaç defa. Belli ki dua niyetine ile geçmişti gönlünden bu cümle. Önce mekân bulanıklaştı sonra anlam. Mahalle halen cıvıl cıvıldı, sahafda pırıl pırıl gençler, dostları yine cami avlusunda, radyo da devam eden şarkı, elinde sıkı sıkıya kavradığı lacivert kravatı, Mümtaz Bey için artık durmuştu zamanın mermerlerde çarpan nabzı. 

 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi