8 Yıl

8 Yıl

Hikaye- Yaren Öztürk

 

Batmakta olan güneşin son ışıklarıyla aydınlanıyordu oda; kızıllara bürünmüş gökler, kızıllara bürünmüş gözler… pencerenin pervazına dayanmış, koca kanepenin ucuna oturan bu genç oğlan düşünmeyi de düşünüp ağlamayı da hayli vakit önce bırakmıştı. Kaç yıl geçmişti ki aradan, sekiz? Yan odadan duvara doğduğundan bu yana asılı bildiği Hislon saatin bilmem kaçıncı vuruşu duyuluyordu. Az sonra içeri hışımla yaşlıcana bir kadın girdi. “Ula canı çıkasa! ben sana şu odadaki yılanı at demedim mi?”Öyle hiçbir şey demeden bakıverdi. Kadın  az önceki sinirini bir anda kaybetmiş, bezgince oflayarak bakmayı sürdürdü. Oğlanın gözlerinin yine kan çanağına döndüğünü görünce yanına oturmak istese de az biraz uzağına oturdu. Ara sıra bir şeyler demek istercesine ağzını açıyor, kapatıyor, yeniden konuşmak için
dudaklarını yalıyordu ama sonunda hiçbir şey demeden ayağa kalktı. Ellerini beline koyarak belli belirsiz, yalandan bir sinirle “Bak hele! Kalk da benim canımı daha sıkma. Şu yılanı da at dışarı.” Geldiği gibi yine hışımla çıktı odadan.

 

Genç oğlan hayli vakit sonra üst katta bulunan odadaki yılanı atmak için attı odadan kendini. Çürümeye yüz tutmuş, gıcırdayan ahşap merdivenin pervazından tutunarak zorlukla son basamağa vardı. Dip odaya doğru yavaş yavaş yürüdü. Zorlukla kilitli kapıyı açtı, açtığı gibi hızla kapattı. İşte yılan karşısında bulunan pencerenin, hafif sağında kalan iki büyük kutunun arkasındaydı. Bu odadan her zaman nefret etmiştir. İçinden eşya eksik olmazdı üstelik o eşyalara bir kere bile dokunmaları yasaktı. Eski fotoğraflar asılıydı kaldırıp kaldırmayacağı bile belli olmayan duvarlarında. Sorduğunda bu kişilerin aile büyükleri olduğunu öğrenmişti. Ancak bir resme nazaran her biri birbirinden ürkünçtü. Koca penceresinin kenarı gevşek olduğundan içeri durmaksızın soğuk hava girerdi, hele yaz olunca böcekten geçilmezdi. Buna rağmen annesi babasına sürekli tamir etmesini tembihler, babasıysa geçiştirirdi; illa bir gün hallolurdu. Pencere ormana bakardı zaten hali hazırda karanlıkta kalan oda gün battı mı zifiri karanlık kesilirdi. İçinden ona bakan pek çok irili ufaklı gözler, kimininki beyaz kiminin sarı kimininse kırmızı. Delikanlı şu yaşa gelse dahi insanların gözünün içine bakmaktan korkmuştur. Bu yüzden babasından pek çok dayak yediğini hatırlar. Onlara kalsa küstah ve şımarıkça davrandığından insanların gözüne bakmazdı. Ancak olan biten yalnızca korkuydu. Sebebini merak etse de hiç ardına düşmemişti, daha fazla korkacağından endişelenirdi.

Küçüklüğünden beri zamanının çoğunu da ahırda geçirir, kimse istememesine rağmen koyun ve keçileri o güder, bunu severek yapardı. Sadece kümes veyahut ahırdakilerle değil önüne çıkan kedi, köpek, tavşan, böcek, yılan tüm hayvanlarla ilgilenir; sahip olduğu her şeyi onlarla paylaşırdı: aşını, suyunu, sevgisini…

 

Her zaman yaptığı gibi önce yılanı şaşırtacak ardından kuyruğundan tuttuğu gibi açtığı pencereden fırlatacaktı ama yapmadı. Yapmadı çünkü korkmuştu. Vakıa bu yılana benzer tahmini iki ya da üç tane daha görmüştü ama ilk defa bu kadar korkutucu gelmişti gözüne. Sarı parlayan pulları ve gözleri yemyeşildi. Birkaç adım atsa dahi çabucak gerilemiş, birkaç kere de kapıdan çıkmaya yeltenmişti ama atmazsa da annesinin azarını çekecekti. Beni bu kadar korkutan ne diyerek kendini sorguluyordu. Yılan dakikalardır hareket etmiyor yalnızca
oğlanın gözlerine bakıyordu. Oğlan dehşete düştü, yılan sadece gözlerinin en derinine bakıyordu. Eğer hareket etse ya da saldırsa bu kadar korkmayacaktı ancak sadece gözlerinin içine bakıyordu. Bir hayvan nasıl bunu yapabilirdi? Genç oğlanın hayvanlarla vakit geçirmesinin en büyük sebebi buydu işte: çok derin bağlar kurmalarına gerek yoktu, gözlerine böyle derinden bakmazlardı
ama bu yılan bakıyordu işte. Tedirginlikle az ötesinde bulunan uzuncana bir tahta takozu alarak yılana yaklaştı ve gözlerini kapatarak hızlıca bir darbe indirdi. Ardından tekrar ve tekrar… öldüğünden emin olana dek sürdürdü ve gözlerini açtığında kanlar içinde, yılanın zerresi kalmamış sarılıklar gördü ve tıpkı zümrüt gibi parlayan yeşil… Ölmesine rağmen hala ona bakıyordu, dehşet içinde bir çığlık attı; öyle ki telaş içinde annesi yanına vardı. Her yerin kan içine olduğunu görüne sinirlendi ve temizlemesi için onu azarladı. Biraz sonra içeri bir kova sabunlu suyla girdi tekrar. Titreyerek silmeye başladı, yarım yamalak hallettikten sonra koşarak bahçeye indi. Elindeki kanlı suyu gelişi güzel dökerek kusmaya başladı. Sakinleşmek için az biraz dışarıda kaldı, hava iyiden iyiye kararmıştı. Belli belirsiz gözüken yıldızlara bakmaya başladı. Bir yıldız olmak hevesiyle kapattı gözlerini. Yanağını okşayan sert rüzgara karşı öyle yüzü eğik, kendini bırakmıştı.

 

Yaptığı şey korkusunu atlatmak değil de unutmaktı, unutunca da eve geri girdi. Önce mutfağa annesinin yanına gitti, tereddütlü adımlarla yaklaşsa da aniden kollarını onum omzuna sardı. Yine gözlerinden sıcak yaşlar akmaya başladı, bu seferki ne korkudandı ne de üzüntüden. Sadece annesinin kokusunu içine çekip onu ne kadar özlediğini fark etti. Kaç yıl olmuştu ona böyle sarılmayalı? Aydınlanırcasına yavaşça kafasını annesinin boynundan çıkarttı, gözlerinin içine baktı yaşlı gözleriyle. En son o okumaya Ankara’ya gitmeden önce; o sinirli, mağrur ve içten içe sevgi dolu bu yaşlı kadına sarılmıştı. Anılarıyla dolu bir damla yaş daha aktı gözünden yanaklarına. Çok geç döndüğünü düşündü memleketine, biraz daha, en azından bir yıl önce dönebilseydi annesiyle biraz
daha vakit geçirebilirdi. Yavaş yavaş geri çekildi ve tekrar odasına döndü. Kanepenin ucuna geçip kolunu yine pencere pervazına dayadı. Batmakta olan güneşin son ışıklarıyla aydınlanıyordu oda. Genç oğlan düşünmeyi de düşünüp ağlamayı da hayli vakit önce bırakmıştı. Kaç yıl geçmişti ki aradan, sekiz?

Hikaye- Yaren Öztürk 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi