Kayıp Bir Adamın Notları

Kayıp Bir Adamın Notları

 

Hikaye – Nesibe Esra Çukurova 

 

Buraya boşuna dönülmez köy adını vermemişler, nasıl bir yolsa dönmeyi bırak varması bile bir ömür aldı. Bu memleketin kaderi midir nedir oldum olası yüzüne bakılmaz şu ara sokakların, yol demeye bin şahit ister. Bak yine söylenmeye başladım, o da kanımızda var tabi. Neyse konuşa konuşa vardım sonunda bizim köye; bizim çocuklar sürpriz yapmış, neymiş baba sen çok yoruldun, temiz hava iyi gelir, yok şehir çok tehlikeliymiş artık. Bir tane de çıkıp doğruyu söyleyen yok “Baba iş senin temiz hava bulmanda değil de bizim Kordon’daki eve konmamızda” diye. Ne denir, kurt kocayınca…

Köyü anlatmayacağım şimdi hiç aklımda bunca hatıra geziniyorken. Ezik büzükler ama hâlâ yeni gibiler ruhumda. Bu kerpiç evin içini döşerken, sanki şehirdeki evin içinde dönüyorum, gümüşleri siliyor, yeni çekilmiş Türk kahvesi kokusu alıyorum mutfaktan, hanım bir türkü mırıldanıyor gençliğimden, bizim Fikret koridorda top oynuyor “çat pat”. En sonunda keseceğim bu çocuğun topunu, hatıralarımda bile haşarı kerata. Ses etme derdi Muazzez “çocuktur unutur ama kalbinde izi kalır”. Hep öyleydi biricik Mümüm -çok da kızardı böyle dememe- ruhunda hörgücü vardı onun, yaşamaya araya kaldığında sevgisinden çeker alırdı nefesini. Hani insanın gençken zamanı durdurduğunu sandığı bir sancılı evre vardır ya, ruhunun her bir parçasını dört bir yana saçtığı, dünyayı bir nefeste içine çektiği sonra da iğrenip köşesine çekildiği bir evre. Tam bu zamanlarda kenara fırlattığım her şeyi bir araya getirebileceğime inanırdım ben, zamanın en büyük ilaç olduğu yalanıyla derinden bir bağım vardı. Keyifli bir kibirle ertelerdim planlarımı, yayaya yeşil yanmasını akşama kadar bekleyebilecek olanlardım, güneşli günler zor gelirdi bana sanki bir suskunluk gelirdi dünyaya, herkes gölgede saklanıyor; o güne dair planlar yapıyordu. Bir zorunluluk vardı yer yüzünde güzelliklerin nasıl değerlendirileceğine dair, bense beklemek ve olup biten insan değil olup bitenin içinde olan insan, belki de dışarıyı seyre koyulmuşken ağaç gölgesinde uyuyup kalan bir insan olmak istiyordum. Ben uyurken pazar günleri saat altı olur olmaz tezgahlarını kaldırıyormuş çiçekçiler, pazar akşamları uzun ve kalabalık oluyormuş sıcak günlerde herkesin son anda kaptığı çiçekler birilerine yetiştirilmeye çalışılırmış. Hepsini çok sonradan öğrendiğimden çiçek de zamana tabiymiş çiçekler ilk defa aklıma içimi ısıtan bir çehre getirdiğinde öğrendim. Bir de tren yolculuklarını çok severdim ben, bitmeyen yolları, hızla soluyanları, birinden kaçanları, birbirine kavuşacak olanları, uzaklara dalanları ve yetişmeye çalışanları. Zamanla oyun oynar ince uzun tren rayları; bazen ayırır bazen kavuşturur, unutturur yaşamın arada kalmışlığını ve genç zihnimin pervasızlığını. Böyle karalamışım 90’lardan kalan deri kaplamalı, yaprakları sonbahar rengi ve mürekkep kusmuş defterime. Hepsini divanın altına saklamışım; yarıda kalmış aynı zamanda bir hevesle alınmış defterlerimi, okuma bayramından kalan madalyamı ( bizim öğretmen işi ciddiye alırdı), sinema biletlerini, hayvanat bahçesi haritalarını, midem bulanıyormuş gibi baktığım ilk ergenlik fotoğraflarını, 3A sınıfı etiketi yarı silinmiş abaküsümü, hatırlamadığım onlarca insanın onlarca tebrik kartını, “biricik babama” yazan internet ısmarlaması hediyelerimi, biraz fazla gelecek ama emziğimi koydukları kutuyu bile gömmüşüm her gün üstünde yarı ölüme daldığım, kimse gelmeden de uyandığım divanımın altına. Şimdi sırtımda onlarca yıllık yükle geldim ücra bir köye, divanın altında olduğunu bilmemin yettiği onca gecenin ardından gündüzleri korkmamak için çıkarıyorum sakladıklarımı, artık saklayacak kimsem olmayan bu diyarda komodinimin üstüne yaşam diye dizebilmek için.

 

Buraya getirebildiklerimi heybemden boşaltmak için doğruluyorum bir gayret yerimden. İlk olarak, sararmış ve hafif rutubet kokulu fotoğraflar çıkıyor ortaya; tebessüm eden insanları çekmişim daha doğrusu tebessümün insanlarını, huzur esir almış o insanları, yıllardan ve yollardan sonra durmayı başarmış, hızla koşarken ortaya saçtığı parçaları toplamaya fırsat bulabilmiş insanların tebessümlerini yakalamış gözlerim. Gün batımında olmuş tüm bunlar; işten eve dönmeye çalışanları, çantası kendilerinin iki katı olan ilkokul talebelerini, bir de yolları ev edinenleri gün batımında görmüş dikkatle bakanlar. Sonraki yığından kaybolmuş gibi bakanların fotoğrafları çıkıyor “bu durakta insem mi inmesem mi, çok da fark etmez herhalde” der gibiler uzaktan. Hepsi birbirinden farklı, koparılıp kilitlenmiş her ânı zamanın, bir tek kaybolan insanların çehreleri yansıtıyor gün batımının hatırlattığı yitmiş ama izi kalmış bir hayatı. Kaldırıyorum eşyaları bir kenara, çok uzun bakmaya gelmiyor.

 

Omuzlarım ağrımaya başlıyor düşünmeye yeltenince ve aklıma geliyor dünyanın taşıdığı onca yük; ağır ve tozlu ayaklarını sürüye sürüye gidiyor dünya,” daha ne kadar dayanır?” diyorlar, bir yolunu buluyor biriktirmeye devam ederken her göz kırpışı, ayak izini, çığlığı ve kahkahayı. Bir vapur sireni daha çalıyor. Bugün de gitme vakti gelmiş, “ha gayret” diye bir ses duymuş herkes güneşin battığı yerden. Toz bulandı her yanıma, evin içi yetti bugünlük. Bir hücumla dışarı atıyorum halsiz vücudumu, tek değişmeyen ve anıların esiri olmamış yere bakarken yakalıyorum kendimi, gökyüzü hala yerinde duruyor mu diye. Biraz etrafa göz gezdirince daha iyi anlıyor insan neden dönülmez olduğunu bu köyün; güneş yakıcı ve alabildiğine aydınlatıyor ama kimse görünmüyor ortalıkta, derinlerden çocuk kahkahaları geliyor, yaşlıların ağıtları duyuluyor her ne hikmetse, tutsak kalmış ruhlarını “dönülmez köyde bırakmış bir zamanların rüzgâra karşı yürüyen çocukları. Rüzgâr demişken afatı meşhurdur bu memleketin, bir rüzgâr ki deme, alır götürür divan altında saklanan tüm çocukluğunu.

 

Hikaye – Nesibe Esra Çukurova 

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi