Siyah Güller Ak Güller

Siyah Güller Ak Güller

Kitaplık- İsmail Kaynar 

Fotoğraf- Rahime Gül 

 

Günlüğümden Notlar: Denizleri İçtim

15 Kasım 1996: Büyük bir salondayız. Kalabalık. Şiir dinleyeceğiz. Bağlamanın eşliğinde,
ruha ve hisse hitap eden birkaç şiir okunuyor. Ben daha iyi okurdum diye düşündüklerim oldu
ama dillendirmedim. İçsesimi kontrol etmeyi öğreniyorum. Yavaş yavaş. Sonra, edebiyat son
sınıf öğrencisi olduğunu öğrendiğim Basri abi çıktı. Kalın ve tok bir sesi vardı. Bir odun
sobasının gümbürdemesi gibiydi. Okuduğu şiirin daha ilk mısrası içime ok gibi saplandı.
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin.” Bu nasıl yakıcı bir hitap böyle! Sevdiğinin kalbinden
bir başka yere sürülmek nasıl bir tevehhümün ürünüydü? Şiirin devamı bundan daha çok acıttı
içimi. “Sevgili / En sevgili / Ey sevgili / Uzatma dünya sürgünümü benim.” Bittim ben.
Kalakaldım öyle. Herkes toplanıp dağıldığında usulca şiiri okuyana sokulup, on sekiz yaşımın
toyluğuyla sordum: Bu şiir kimin?

20 Aralık 1996: Elimde Sürgün Ülke şiiri, odalarda dolaşıyorum. Sesli okuyorum. Galiba
bıktırıyorum arkadaşları. Biri yemek yaparken usulca yaklaşıp soruyorum: “Ülkendeki
kuşlardan ne haber vardır?” Salona geçip çay içenlere sesleniyorum: “Yoktan da vardan da
ötede bir var vardır.” Kitap okuma saatinin ortasında, birden hatırlayıp bağırıyorum: “Ne
yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır.” Kızıyorlar bana. Haklılar. Susuyorum. Ama
bir karar var, göklerden gelen, biliyorum. Oturduğum çekyatta büzülüp kitabın içine
gömülürken yanımdakine fısıldıyorum: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.”
5 Ocak 1997: Bir fotokopi dolaşıyor ortalıkta. Herkes okuyor. Meraklanıyorum. Kimseye de
soramıyorum nedir diye. Ders notu olamaz. Olsa herkes bu kadar ilgilenmezdi. Elbet bana da
ulaşır. Soruyorum cesaretlenerek. Çoğaltıp sana da verelim diyorlar. Ama sonra. Merak beni
iyice sarıyor. Bir şiir diyorlar nihayet. Ama öyle sıradan bir şiir değil, baskısı yok, basılması
yasak, okunması yasak, elden ele dolaşması da yasak. Ama sizde var diyorum. Evet, bir
şekilde bize ulaştı. Kimseye vermeyeceğine söz verirsen sana da veririz diyorlar. Söz
veriyorum. Bu ne gizem böyle! Heyecan verici.

8 Ocak 1997: İki n ile yazılıyor ama tek n ile okunuyor dedi. Tekrar okudum başlığı. Mona
Roza. Sana bunun hikâyesini anlatmalıyım önce dedi. Anlattı. Çok sevdiğim Sürgün Ülke
şiirinin şairi lisedeyken bir kıza âşık olmuş. Ama ona aşkını söyleyememiş. Mezuniyet
gecesinde onun için yazdığı bu şiiri okumuş. Kız şiirin kendisi için yazıldığını anlamış. Çok
etkilenmiş ve ağlayarak törenden kaçmış. Bunalıma girmiş. Ve sonra kendi canına kıymış. Bu
yüzden şair bu şiirinin basılmasını, okunmasını, çoğaltılmasını istememiş. Ama şiiri ele
geçiren bazıları onu gizlice çoğaltmış. Şimdi elden ele geziyormuş bu fotokopi.
Çoğaltılmaktan bazı yerleri iyice silikleşmişti. Şaşkınlıkla anlatılanları dinledim. Benim bu
şiirden nasıl haberim olmaz? Son birkaç aydır, su içer gibi, ekmek yer gibi, bütün şiirlerini
dönüp dönüp okuduğum şairin bu şiirini nasıl olur da bilmem? Hemen okumayacağım. Eve
gidip, gecenin huzurunda, sessizliğin koynunda, kıvrım kıvrım olup okumalıyım. Muhtemelen
ağlayacağım.

9 Ocak 1997: siyah güller, ak güller… gece ve gündüz gibi, karanlık ve aydınlık gibi, sen ve
ben gibi, iki farklı karakter… ben, kanadı kırık kuş, merhamet bekliyorum, yoksa senin

yüzünden kana batacak bu güller… Geyve’nin gülleri… oysa duyuyorum, çakalların aya
uluduğu gibi senin ışığına uluyan çakallar var etrafında… bense küskün bir tavşanın dağa
baktığı gibi bakıyorum sana… ama bir bakışın ölmem için yetecek, bu yüzden açma
pencereni, çek perdeleri, belki ben de görmeyeceğim ama çakallar da görmeyecek… bana
seni hatırlatan bütün kapı seslerinde, bütün nişan yüzüklerinde, zeytin ağaçlarında, söğüt
gölgesinde, bende çıkan güneş aydınlığında, ıssız yerlerde açan zambaklarda, ışıksız ruhumu
sallamak için bir mumun ardında bekleyen rüzgarlarda, hepsinde, evet, hepsinde senden bir
parça var, senden ve senin gururundan, her vahşi çiçekte olan o benzersiz gururdan… ve tuhaf
tuhaf göğe bakışından anlıyorum hemen bitsin istiyorsun, zaman çabuk çabuk geçsin, saat on
iki olsun, ertesi gün olsun, ertesi yıl, ertesi yıllar… rüyana turnalar gelsin istiyorsun muhacir
kızı… ve istiyorsun ki seni kaybedeyim, oysa ben kapı sesinde bulurum seni, incir kuşlarının
ötüşünde, incir kuşlarının bakışında bulurum… her şey bitti sanırsın ama her şey yeniden
başlamıştır benim için, kabul etmesen de dinle, dinle ve kabul et itirafımı, bu soğuk, bu tuhaf
bu mavi sızının beni alev alev sardığını fark edersin o zaman… ve bir gün gözlerimin ta içine
bak, anlarsın o zaman ölüler niçin yaşarmış…

11 Nisan 1997: Yeni yaşımın heyecanı yok. Belki tam tersi, yirmiye adım atmış olmanın
burukluğu var içimde. Zamanın hızına yetişemediğimiz günlerdeyiz. Farkındayım. Bir yandan
birinci sınıfı bitirmeye çalışıyorum, bir yandan da okuyorum. En çok da şiir. Ezberledim
Mona’yı. Sahiplendim. Efsanesi dilden dile yayılıyor. Gerçek midir bilmem ama şairin bu
şiirini yayımlamaması gerçek. En son Ağustosböceği Bir Meşaledir diye yazmış ve orada
kalmış. Suskunluğundaki sır ve hikmet bilinmiyor. Ama hala yaşıyor ve bu suskunluğunu
bozacağına inanıyorum. Ben de kendimi bu garip ve suskun şaire benzetiyorum biraz. Dışa
bakan yönü neşeli ve hareketli, içe bakan yönü derin ve karanlık. Yazıyorum ben de bazen.
Beğenmiyorum yazdıklarımı. Acemice geliyor. Zaten öyle. Ama bazen, iyi şiir okumanın
etkisinden midir bilmem, belki de şairi ve yaşadıklarını iyice benimsediğim ve
içselleştirdiğim içindir, güzel bir mısra düşüveriyor dilime. Kayda geçiriyorum. İşte onlardan
biri, bir mısra-i berceste… Belki bir gün devamı gelir: “denizleri içtim lavlarım aktı
nehirlerce…!;

Edebiyattan Notlar: Karadutum Çatalkaram Çingenem

Hüseyin Nihal Atsız, öğretmen olarak çalıştığı okula yeni atanan bir öğretmene ilk
görüşte âşık olur. Bu aşkını bir türlü dile getiremez ve en iyi bildiği şeyi yapar, bir şiir yazar.
Tek kıtalık bir şiirdir bu. Bir zarfın içine koyarak gizlice öğretmenin dolabına yerleştirir ve
beklemeye başlar. Uzun süre bu mektubun cevabını bekler ama o cevap gelmez. Onun yerine
bir gün, gönderdiği zarfı hiç açılmamış halde kendi dolabında bulur. Büyük bir hüsrana
uğrayan şair şiirin devamını yazar ve şiire “Geri Gelen Mektup” adını koyar. O meşhur şiirin
ilk kıtası söyle:

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?

Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.
Âşık olduğu kadına şiirler yazan ama aşkına bir türlü karşılık bulamayan ilk şair o
değildir, sonuncusu da olmayacaktır. Edebiyatımızda karşılıksız aşkla sevdiği kadınlara şiirler
yazan çok şair vardır. Bunlardan bilinen birkaç tanesini yazayım.
Ahmet Arif, hasretinden prangalar eskittiği karasevdalısı Leyla Erbil’e pek çok şiir
yazmıştır, hatta yazdığım her şiirde sen varsın dediği malumdur. Ayrıca ona sürekli mektuplar
yazmış ve aşkını dile getirmekten asla vazgeçmemiştir. Bu konuyu daha önce Lapsus’ta
yayımlanan “Adına Şiirler Yazdım” yazısında uzun uzun anlattım. Oraya bakabilirsiniz.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, o meşhur Karadut şiirini aslında eşi için değil, gizli aşkı Meri
Gerekmezyan için yazmış. Heykel bölümüne kısa bir süreliğine asistan olarak gelmiş Meri
Hanım ve şair ona âşık olmuş. Elbette bu aşkına karşılık bulamamış ve karadutum çatalkaram
çingenem diyerek bu aşkı kayıtlara geçirmiş.
Özdemir Asaf da güzel sanatlar bölümünde okuyan Mevhibe Hanıma âşık olmuş.
Gizlice sevmiş, kimseye söyleyememiş. Ve ona taktığı başka bir isimle bir şiir yazmış:

Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme Lavinia
Ümit Yaşar Oğuzcan İş Bankası’nda çalışırken orada çalışan bir kıza âşık olur, ismi
Ayten’dir ve bu aşk ona şu satırları yazdırır:
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman ya Ayten’e beş var
Ya da Ayten’i beş geçiyor
Cahit Sıtkı Tarancı yakın arkadaşı Vedat Günyol’un kız kardeşi Mihrimah’a âşık olur.
Elbette söyleyemez ve aşkını gizlice içinde taşır. Çok sonraları bunu arkadaşına itiraf edince
arkadaşı ona “keşke söyleseydin, evlenip mutlu olurdunuz.” der. Şair bu aşkı gizlediğine
pişman olur ama iş işten geçmiştir çünkü artık ikisi de evlidir. Şu şiir bu aşkın meyvesidir:

Bir kere sevdaya tutulmaya gör
Ateşlere yandığının resmidir

Âşık dediğin mecnun misali kör
Ne bilsin âlemde ne mevsimidir
Abdurrahim Karakoç, uzun yıllar sonra “gençken sevdiğim ama açılamadığım bir kız
için yazdım” dediği şiirinde her ne kadar aşk kâğıda yazılmıyor demişse de aslında gayet
güzel yazmıştır aşkını satırlara. Ama o da sevdiği kıza başka isim vermiştir. Zaten hangi şair
gizlice sevdiği kişinin gerçek adını şiirine yazar ki? Ya başka bir isim verir ya da ismini
satırların arasına gizler. Mihriban da böyle bir mahlas işte…

Boşa bağlanmamış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban

 

Efsaneden Notlar: Fakat Muazzez Bu Derin Bir Tutku

Ve nihayet Sezai Karakoç… Birinci bölümde ismi geçen Monna Rosa şiirinin şairi. O
zamanlar (yine ilk bölümde bahsettiğim gibi) ortalıkta dolaşan efsaneler şiiri daha çok cazip
hale getirmişti. Efsaneler diyorum çünkü birkaç farklı versiyonu vardı anlatılanların. Şiirin
taraflarından kayda değer hiçbir açıklama yapılmamış olması durumu son derece gizemli bir
hale getiriyordu. Bu gizem de aslında unutulması istenilen şiirin daha çok okunmasına,
efsanenin de çeşitlenerek dolanımda kalmasına sebep oluyordu. Hatta Sezai Karakoç’un bu
şiiri reddettiği, okuyana ve çoğaltana beddua ettiği yayılıyordu. Söylentilerin çığırından
çıkmaya başladığı noktada şair büyük bir sürpriz yaptı. 1998 yılının Ağustos ayında Monna
Rosa Sezai Karakoç şiir külliyatının dokuzuncu kitabı olarak basıldı. Peki, söylentiler azaldı
mı? Hayır, azalmadı, hatta daha da çeşitlendi. Çünkü Karakoç şiirde bazı değişiklikler
yapmıştı. Bu da söylenti canavarlarına yeni yeni kapılar açtı.
Öncelikle akrostişi (şiirin kıtalarının ilk harflerinde Muazzez Akkaya ismi kayıtlıydı)
bozacak şekilde şiirin bölümlerinin yerleri değiştirilmişti ve ilk bölümde Muazzez hanımın
memleketi olan Geyve değiştirilerek Gülce yapılmıştı. Şiirin içyapısında çok değişiklik
yapılmamışsa da ima ve ironi içerme ihtimali olan kelimeler değiştirilmiş ve şiir belirli bir kişi
için değil de herhangi bir sevgili için yazılmış sıradan bir aşk şiiri formatına dönüştürülmeye
çalışılmıştı. Elbette bütün bu yazdıklarım, ortalıkta fotokopi halinde dolaşan Monna Rosa
şiirinin orijinal şiir olduğu varsayımına dayanıyor. Şiiri ilk defa kitap basıldıktan sonra
okuyanlar için çok bir şey fark etmedi. Ama her satırını kendi yazmış gibi ezbere bilenler için
(mesela benim gibiler için) çok şey fark etmişti. Muazzez Hanımın ruhu muazzep olmuştu.

Gerçek Hayattan Notlar: Lavlarım Aktı Nehirlerce

Aradan zaman geçti. İnternet yaygınlaştı. Haber kaynakları çeşitlendi. Sosyal medya
patladı. Her şeyi soruşturan, araştıran cevval gazeteciler bir gün Monna Roza’nın yazılış
öyküsünü de deştiler ve ortalıkta dolaşan efsanelerin hepsini bir anda çöpe atan o büyük
gerçeği açıkladılar: Monna Rosa yaşıyordu. Şiirden haberdardı. Şairin aşkını da biliyordu.

Ama karşılık vermemiş ve başka biriyle evlenmişti. Gerçek hayatın kırbacı bu efsaneyi bilen
herkesin yüzüne kırbaç gibi inmişti.
Diğer taraftan Sezai Karakoç büründüğü sessizliği hiç bozmadı. İnzivaya çekildiği iç
dünyasından dışarıya hiçbir şey sızdırmadı. İçindeki volkanlardan dışarıya lavlar sızdı ama bu
sır hiç sızmadı. Tekrar şiir yazmadı. Fikir yazılarına da son verdi. Kimseye beyanat vermedi.
Hiç kimseyle röportaj yapmadı. Vefat edeceği zamana kadar bu kararlılığını korudu ve 16
Kasım 2021 tarihinde vefat etti. Ruhu şad olsun.
Onun vefatından sonra Monna Rosa efsanesi de gerçek dünyaya hızlı bir şekilde
adapte oldu. Muazzez Hanım çıkıp röportajlar verdi. Sezai Karakoç ve Cemal Süreya
arasındaki çekişmeyi anlattı. Cebine konulan şiirlerden bahsetti. Keşke atmasaydım onları
dedi. Sıradan bir şeyden bahsediyor gibi bahsetti. Ve aslında öyleydi de. Onun için öyleydi.
Onu dinleyince Leyla Erbil hakkında yaptığım tespitin aynısını onun için de yaptım: Muazzez
hanımda, “kendisine şiirler yazılmış kadın” olmanın kibri vardı. (Haksızlık etmeyeyim, kibir
değil de gurur diyeyim. Belki de kendine şiir yazılan her kadın böyle bir gururu hak
ediyordur.) Gizlemeye çalışsa da, sıradanmış gibi gösterse de bu her halinden belli oluyordu.
Ve böylece bir efsanenin daha sonuna gelmiş bulunuyorduk.

Finalden Notlar: Samanyolunda Ziyafet

Burada Sezai Karakoç’un dini yazılarına (İslam’ın Dirilişi, Diriliş Muştusu, Dirilişin
Çevresinde, Diriliş Neslinin Amentüsü, Kıyamet Aşısı) fikir yazılarına (Unutuluş ve
Hatırlayış, Varolma Savaşı, Çıkış Yolu) araştırmalarına (Yunus Emre, Mehmet Akif,
Mevlana) denemelerine (Farklar, Sütun, Sur, Gün Saati) hikaye ve piyeslerine ve elbette diğer
şiir kitaplarına hiç değinmeden, sadece, gençliğimde beni çok etkileyen Monna Rosa şiiri
hakkında birkaç kelam ettim. Oysa o çok büyük bir mütefekkir, bir aksiyon insanı, büyük bir
şair ve nezaket sahibi yüce karakterli numune-i imtisal bir insandı. Lütfen benim burada yazdığım hadsiz birkaç satıra aldanmadan onu kitaplarıyla tanıyınız. Vesselam.

Denizi olan şehirde yaşamayı çok istedi, nasibine adında deniz olan şehir düştü. Bu hasreti hep dile getirdi. Mesela şu: "denizleri içtim lavlarım aktı nehirlerce"

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi