Yokşehir

Yokşehir

Kitaplık: İsmail Kaynar 

Fotoğraf: Vidar Nordli Mathisen

 

Rivayet odur ki Evliya Çelebi bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i (S.A.V.) görür. Sevincinden ve heyecanından şefaat diyecekken “Seyahat ya Resulallah” der. Bu rüyanın etkisiyle yaşadığı şehirden başlayarak Osmanlı topraklarındaki 257 şehri gezer. Sadece gezmekle kalmaz bu şehirlerde gördüklerini ve yaşadıklarını kayda geçirir. Bu sayede büyük bir kültürel hazine olan on ciltlik Evliya Çelebi Seyahatnamesi oluşur.

Evliya dedemiz bu seyahatnamede bize şehirlerin yapısını, doğal ve tarihi güzelliklerini anlatırken bir yandan da o şehrin kültüründen yansıyanları da aktarır. Efsaneleri, halk deyişlerini, tuhaf olayları, kültürel farklılıkları da halkın anlayacağı yalın ve duru bir dille ama biraz da fantastik bir üslupla kayda geçirir. Böylece sıradan bir gezi yazısından ziyade (daha sonra yazılacak olanları etkileyecek olan) kurgusal bir anlatımla farklı bir edebi tarz oluşturur.

Seyahatnamelerde bazen kıtalar anlatılır, bazen ülkeler anlatılır, bazen aynı ülkeden veya farklı ülkelerden şehirler anlatılır. Bazı seyahatnameler de tek bir şehri anlatır. O şehrin mimari yapısını, doğal ve tarihi güzelliklerini, etnik yapısını, kültürel özelliklerini ince ince uzun uzun anlatır bize. Böylece hiç gitmesek bile o şehirle ilgili, o şehirde yaşayanların bile bilmediği pek çok şey öğreniriz. Teknolojinin geliştiği, internetin yaygınlaştığı bu çağda artık seyahatnameler hükmünü kaybetmiş gibi dursa da bir edebi tür olarak hala yaşatmaya çalışanlar var. Bunlardan birini anlatacağım size.

Yazar Jan Morris 1985 yılında Hav şehrine gider ve orada altı ay kalır. Bu sürede şehirde yaşadıklarını Hav’dan Son Mektuplar ismiyle kitaplaştırır. Bundan 20 yıl sonra 2005 yılında şehre tekrar gelir ve altı gün kalır. Bu kalışından sonra da şehri yeniden anlattığı başka bir kitap yazar; Mirmidonların Hav’ı. Daha sonra bu iki kitap Hav ismiyle tek kitap halinde basılır.

Hav şehri, Akdeniz’de bir yarım adanın en ucunda bulunan küçük bir şehir devlettir. Şehrin denize olan bütün sınırları uçurumlarla kaplı olduğu için limanı yoktur. Ayrıca havaalanı da yoktur. Şehre tek ulaşım imkânı karayolu ile ve sadece belli zamanlarda gelen trenle sağlanmaktadır. Bu açıdan dünyadan izole edilmiş bir şehir vardır karşımızda. Şehrin tarihi epey eskilere dayanır. Binlerce yıldır var olan şehir bu süre zarfında onlarca medeniyet tarafından ele geçirilmiş ve pek çok yıkım görmüş. Buna rağmen üstünde yaşamış her medeniyetten mutlaka bir iz, bir kalıntı vardır şehirde. Hatta çoğu ayaktadır bunların.

Şehir küçük olmasına rağmen bilinen bir yerdir. Çok fazla ünlü kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Ernest Hamingway buraya gelip avlanmış. Sigmund Freud burada iki hafta geçirmiş ve eserler yazmış. Thomas Mann ve Wagner bir süre burada kalmışlar. Troçki’nin burada vakit geçirdiği, hatta Hitler’in bir gece kaldığı rivayet edilir. Biraz daha geriye gidersek Lawrance Arap çöllerine gitmeden önce buralardan geçmiş, Selahaddin Eyyubi burayı fethederek Hristiyan hâkimiyetine son vermiş, Büyük İskender buradan geçmiş, İbn-i Batuta buraya uğramış, Marco Polo seyahatnamesinde buradan bahsetmiştir. Hatta Hz.Ebubekir’in 125. Kuşaktan torunu olan ve halife kabul edilen kişi de burada yaşamaktadır.

Hatta ve hatta Pontius Pilatus’un Hav’dan bahsettiği bir mektup vardır ve bu mektup gururla ve özenle saklanmaktadır. Şehrin hâlihazırdaki etnik yapısı da şehrin tarihindeki çeşitliliğe uygun şekilde çok geniş bir yelpazeye sahip. Türkler, Yunanlar, Rumlar, Ermeniler, İtalyanlar, Araplar, Ruslar, Fransızlar, Amerikalılar, İsrailliler, Almanlar hatta Çinliler yaşamaktadır şehirde. Bu çeşitlilik elbette sadece etnik değil aynı zamanda dini çeşitliliği de beraberinde getirmiş. Üç büyük semavi dinin varlığının yanında farklı dinler ve mezhepler de burada yaşamaktadır. Sünniler, Şiiler, Yahudiler, Ortodokslar, Katolikler, Lüteryanlar, Budistler, Marunîler, Kıptiler, Nesturiler, Hindular, Pendikostallar… ve şehre sonrasında hakim olacak olan Katharlar. Elbette hepsi barış ve kardeşlik içinde yaşamıyorlar ama Hav şehri vatandaşı üst kimliği ile hepsi uyum içinde ortak bir yaşam sürmektedir. Bu çeşitlilik şehrin kültürel ve sosyal yaşantısına da yansımıştır. Yazar burada kaldığı altı ay boyunca bunu fazlasıyla gözlemler ve kayıtlara geçirir. Camileri, kiliseleri, havraları ve başka ibadethaneleri gezer. Kültürel etkinliklere ve yarışmalara katılır. Farklı kültürlerin mutfaklarından yemeklerin tadına bakar. Kaldığı sürede yaşadığı üç mevsimle birlikte şehrin doğal güzelliklerini de anlatır. Dört bucağı cennet gibi bir vatandır burası. El Medinet’ül Fazıla’da, Ütopya’da, Güneş Devlet’te anlatılan şehirler gibidir. Tam huzur ve barış içinde yaşanacak yerdir…

…derken bir anda atmosfer değişiverir. Herkeste bir panik ve tedirginlik havası belirir. Yazarın dostları hiçbir açıklama yapmadan onu apar topar trene bindirir ve şehirden gönderir. Morris’in sonradan öğrendiğine göre Katharlar onun ayrıldığı gün bir “müdahale” ile yönetimi ele geçirmişlerdir. Katharlar, bir Hristiyan mezhebi gibi duran ama içlerinde Maniheizm gibi farklı unsurları barındıran, aşırı dindar görünen bir gruptur. Sayıları çok azdır ama “müdahale” olunca diğer gruplar bir araya gelip karşı koyacak gücü kendilerinde bulamadıkları için yönetim onların eline geçer. Artık burası Kutsal Mirmidon Cumhuriyetidir.

20 yıl sonra yazar altı gün kalmak üzere yine şehre gelir. Aradan geçen bunca yılda şehrin ne kadar büyük bir değişime uğradığına bizzat şahit olur. Yirmi yıl öncesinden dostluk kurduğu ve hala hayatta olan kişilerle buluşur ve bu değişimleri onlardan da dinler. Siyasal Katharlar şehri bir rant alanına çevirmiş. Tarihi dokuyu önemsemeden tahrip etmiş yerlerine yeni yeni ucube binalar yapmışlar. Hatta şehrin tam göbeğine devasa bir gökdelen yapıp itibardan tasarruf olmadığını cümle âleme göstermişler. Şehirde yaşayan farklı etnik gruplar bu değişimin baskısından dolayı orayı terk etmiş, bazıları da değişime ayak uydurarak asimile olmayı tercih etmiş. Bir kısmı ise Katharlarla ortak hareket ederek zenginleşmiş ve servet sahibi olmuşlar. Morris altı günlük bu seyahatin sonunda Mirmidonların Hav’ı kitabını yazmıştır. Buraya kadar okuyanlar bu kitabın bir seyahatname olduğunu zannedebilirler. Nitekim eğer arka kapağı önceden okumasaydım ben de öyle zannederdim. Ama öyle değil çünkü bu kitap tamamen kurmaca bir eser.

Yazar, “Çok az okurum bunun bir kurgu olduğunu, bir alegori olduğunu anlayabildi.” diyor. Nitekim ilk kitap olan Hav’dan Son Mektuplar’ı yayımladıktan sonra İngiltere’den pek çok insan yazara Hav şehrine nasıl gidebileceklerini, vize gerekip gerekmediğini sormuş. Bu da yazarın anlatımının ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtı. Evet, bu kitap tarzıyla göz dolduran, farklılığı ile öne çıkan orijinal bir eser. Türü konusunda her şeyi diyebilirsiniz; bir kurmaca, bir alegori, önsözü yazan Ursula K. Le Guin’e göre bir bilimkurgu, gezi yazısı şeklinde yazılmış hibrit bir roman. Hangi tür olursa olsun (giriş kısmında değindiğim gibi) Evliya dedemizin açtığı yolda ilerleyen bir kitap olduğunu

söyleyebilirim.

Ezcümle; herhangi bir dini ya da siyasi söyleme bağlı kalmadan, bir fraksiyonun bayraktarlığını yapmadan, her görüşe eşit uzaklıkta durarak (yahut daha doğru bir ifadeyle herkese eşit yakınlıkta durarak) yazılmış, gözlem yeteneği ile kurgu gücünü birleştirerek ortaya konulmuş, enteresan ve ilgi çekici bir roman Hav. Farklı tarzda edebi eser okumak

isteyenlerin asla kaçırmayacağı türden.

Denizi olan şehirde yaşamayı çok istedi, nasibine adında deniz olan şehir düştü. Bu hasreti hep dile getirdi. Mesela şu: "denizleri içtim lavlarım aktı nehirlerce"

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi