
ÇEMBER
Hikaye: Özlem Akçay
Fotoğraf: Kadir Altıntaş
Sırtımın kamburunu iyice yasladım sandalyeye. Öyle tutulmuş ki meret, kütür kütür ses geliyor mübarek. Sıcaklar erken bastırdı bu sene, dağların tepeleri buharlaşıyor. Ciğerlerime iyi gelmiyor bu nemli hava. Öğle sıcağı geçiversin hele. Azıcık soluklanayım şurada.
‘‘Ah! Akif Sesigüzel ah! ‘’
Bir çemberin içinde geçti onca ömrün. Ne dışına çıkabildin ne içinde kalabildin. Bir öfke denizinde sürüklenip durdun. Yıllar geçti. Aile kurdum, iki çocuk sahibi baba oldum. İçimdeki türkü ateşini kimse görmedi.
Çocukken de sığamazdım ben kabıma. Yayık ayranı gibi ‘illa karışacaksın’ diye tıktılar içine. Yıllarca çalkalandım durdum. Farklı hayallerim vardı benim, o köye sığmayan. Ama ne fayda…
Gözümü açtığımda iki inek, üç öküzün peşinde buldum kendimi. Babam; yuları benim başıma geçiriyor, ovaya beni sürüyordu sanki. Öyle zor gelirdi nefsim.
Hayallerim, heveslerim vardı benim; o köye sığmayan. Kimse sormadı ‘sen ne istersin’ diye. Bak çoluk çocuk sahibi bir adam oldum. Ben de çocuklarıma sormadım.
‘Büyüdüğünde ne olmak istersin?’
Sahi! Kaç yaşındayım, pek hatırlamıyorum. Sanırım ilkokul 3. Sınıf. Hayvanların peşine giderken türkü çığırırdım, o zamanlar. Memet bir gün; ‘Akif’in sesi çok yanık.’ demiş öğretmene.
İşte o günden sonra sınıfta da türkü söylemeye başladım. Çocuk kalbimin ne çok hoşuna giderdi o alkışlar. Sarışın bir oğlandım. Al al olurdu yanaklarım. Utanırdım, pancara dönerdi suratım. Yine de o alkışlara sevinirdim. Dersin birinde ayağa kaldırdı beni öğretmen.
‘’TRT Ankara Radyosu Ses Yarışması’ na gönderelim mi seni Akif? Ne dersin?’’
İlk defa biri bana fikrimi sormuştu. İlk defa biri, beni; adam yerine koyup, hevesime kulak vermişti. Ayaklarım yerden kesiliverdi sandım. Gözüm karardı, kulaklarımda bir uğultu… Sıraya zor attım kendimi. Konuşamadım ilkin. Sesim çıkmadı.
İçimin haykırışını biri duymuştu işte. Yüreğim nasıl kıpır kıpır… Sanırsın fişekler patlıyor, karnıma ağrılar giriyor. Başımı okşayınca öğretmen, doğruldum yeniden. Gözümün taa içine baktı.
‘‘Ha! Akif! Ne dersin? Yazdıralım mı adını?’’
‘Olur.’ dedim, sarıldım beline. Ağladıkça ağladım. İçimin ateşi ancak böyle sönecekti. Okul zili çalınca koşarak çıktım kapıdan.
Dızlak, çorak topraklardan nasıl koşuyorum. Güneş tepemde, rüzgâr alev gibi çarpıyor. Aldığım nefes diğerine yetişmiyor. Soluk soluğa kalmışım. Dilim damağıma yapışmış.
Ciğerimdeki son nefesle;
‘Ana! Anaa! diye bağırdım.
‘‘Örtmen beni ses yarışmasına yollayacak. Ne diyon? He! Gidem mi?’’
Ayaklarına sarıldım sonra. Avlunun tozu toprağı doldu burnuma.
‘Ne diyon anam? Canım anam, güzel anam. Nolur gideyim nolur!’
Yalvardım, ağladım, sızlandım. Ama o gün anama sesimi duyuramadım. Yediğim dayakla da attım kendimi odaya.
İlk o gün çektim kapının sürgüsünü.
İlk o gün küstüm, ilk o gün isyan ettim kadere.
Bir daha da açmadım, açamadım yüreğimin kilidini.
‘Ah be ana! Değdi mi sahi?
‘’Akif Sesigüzel’’ olmak vardı şimdi. Alkışlar, rengarenk ışıklar…
İki ineğin ardında gençliğim söndü. Radyo sanatçısı olacaktım ben.
Mehmet’in omzuma dokunmasıyla kendime geldim.
‘’ Hele ne işin var burada yanık ses?’’ deyiverdi.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.