
Siyah Beyaz Ve Diğer Renkler
Kitaplık: İsmail Kaynar
“Yağmurlu bir günde görmüştüm seni”
Futbol kültürünün çok yoğun yaşandığı bir kasabada büyüdüm. Öyle ki üç bin nüfuslu kasabamızda iki amatör futbol takımı vardı ve maçlar kıran kırana geçiyordu. Hal böyle olunca bu iki takımdan birinde futbol oynamak benim yaşımdaki her erkek çocuğun hayallerini süslüyordu. Sadece bu takımlar değildi elbette futbol kültürünün unsurları. Kasabamızda ezici çoğunlukta bir Beşiktaş taraftarlığı vardı. Beşiktaş’ın maçının olduğu gün bütün kahvehaneler ağzına kadar dolar; formalarla, atkılarla, tezahüratlarla tam bir tribün atmosferi oluşurdu. Böyle bir atmosferde büyüyen bir çocuğun başka renklerin cazibesine kapılması da söz konusu olamazdı. Çünkü hayat siyah beyazdı.
(Maç Hatırası-1: Tarih 15 Ekim 1989. Günlerden Pazar. Bütün tatil günlerinde yaptığımız gibi o günü de arkadaşlarımızla oyun oynayarak geçirdik. Oyuna öylesine dalmıştık ki Beşiktaş’ın maçının olduğunu unuttuk. Akşama doğru eve giderken maçı seyreden bir büyüğümüze skoru sorduk, 10-0 dedi. Bizimle dalga geçiyor diye düşündük ve inanmadık. Ama akşam haberlerinden sonra maçın özetini seyrederken gözlerime inanamadım. Hakikaten maç 10-0 bitmişti ve o güne kadarki en farklı galibiyet olarak kayıtlara geçmişti. Hala bu rekor kırılamadı. O maçtan sonra Beşiktaş tribünlerinin yaptığı şu beste tam olarak anlamını bulmuş oldu: “Bir ki üç gol yetmez/ Dört beş altı olsun/ Metin Ali Feyyaz vursun/ Beşiktaş’ım şampiyon olsun.”)
“Gücüne güç katmaya geldik”
Bir takımın taraftarı olmanın sosyolojik ve psikolojik çalışmasını yapanlar olmuştur eminim ama bu çalışmayı yapanlar eğer bir takım tutmuyorlarsa bu taraftarlığın insana neler kattığını tam olarak anlayamamışlardır. Zira takımı maç kazandığında insanın içinde oluşan “bütün dünya karşı çıksa vız gelir” mutluluğunu tarif edecek bilimsel bir terim yoktur. Ya da çok kritik bir maçı kaybettiğinde insanın içinde meydana gelen depremi ölçecek bir Richter Ölçeği henüz icat edilmemiştir. Bu öyle bir mutluluktur ki insanın içi bir hafta kıpır kıpır olur. Ve bu öyle bir üzüntüdür ki bir hafta, hatta aylar ve yıllar boyunca her hatırlandığında insanın içini yakan kor bir ateşe dönüşür. Çünkü artık bu mevzu taraftar olmanın da ötesine geçmiştir, bir bütünleşmedir bu, özdeşleşme, aynılaşmadır. Yahut (kendimden örnek vererek) eskilerin tabiriyle ifade edeyim “Fena fil Beşiktaş” olmaktır bunun adı. Çünkü hayat siyah beyazdır.
(Maç Hatırası-2: Tarih 6 Kasım 2007. Beşiktaş, birkaç hafta önce 2-1 yendiği Liverpool ile şampiyonlar ligi dördüncü maçını oynayacaktı. O gün çocukluk arkadaşım ve kadim dostum Veli ile seyrettik maçı. İlk başta heyecanlıydık, yine yeneriz diye ümit ediyorduk. Ama goller arka arkaya gelmeye başlayınca büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Yediğimiz her golün ardından öfkeyle bir yerlere vuruyor, kendimizi dışarı atıyorduk ama bir türlü bırakıp gidemiyorduk. Böylece maç bittiğinde büyük bir oh çektik, nihayet bitmişti maç ve skor 8-0’dı. O günün, o haftanın ve o yılın bizim için ne kadar zor geçtiğini sadece bunu yaşayanlar bilir. Ve hala o 8 golün üzüntüsü ara ara kanayan bir kılıç yarası gibi içimizi acıtmaktadır.)
“Sen benim her gece efkârım”
Futbol, (kahir ekseriyetini kadınların oluşturduğu) büyük bir çoğunluk tarafından gereksiz bir faaliyet olarak görülmektedir. Onlara göre yirmi iki adamın bir topun peşinden koştuğu, diğerlerinin ise boş boş baktığı son derece boş bir organizasyondur futbol. Yine onlara göre futbol oynamanın sportif açıdan bir faydası olsa da futbol seyretmenin boşa vakit harcamaktan başka bir anlamı yoktur. Hele taraftar olmaya, her maçı statlarda seyretmeye, deplasmana gitmek için vakit ve para harcamaya hiçbir şekilde anlam verememektedir bu geniş topluluk. Futbolu bu kadar basite indirgeyen bu güruha Simon Kuper’in şu sözünü hatırlatarak cevap vermek isterim: “Futbol asla sadece futbol değildir.”
(Maç Hatırası-3: Tarih 21 Nisan 2017. UEFA Avrupa Ligi çeyrek final ikinci maçına çıkıyoruz. Rakip Olympic Lyon. İlk maçı 2-1 kaybetmişiz. Maçı burada biz 2-1 kazandık ve uzatmalara gidildi ama skor değişmedi. Artık turu geçecek takım penaltılarla belirlenecekti. Hayatımın en uzun ve stresli dakikalarından birini daha yaşadım. Heyecandan penaltıların çoğuna bakamadım bile. Ama maalesef son penaltıyı kaçırınca elendik. Bizim için büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı oldu. Hatırladıkça hala hüzünlenirim. O zaman turu geçseydik o kupayı almamız işten bile değildi. Ama olmadı. Biz ise rahmetli Kayahan’ın meşhur şarkısının nakaratını söylüyoruz yıllardır: Sana sevdanın yolları bana kurşunlar…)
Futbolun asla sadece futbol olmaması ne demek? Bunu nasıl anlamalıyız? Şöyle: Futbol maçı bir senfonidir ve her oyuncu bu senfoninin en önemli enstrümanıdır. Bu senfoninin en büyük orkestrası da Beşiktaş’tır. (Lütfen içinizdeki farklı renklerin sesini kısınız.) Bu orkestra bir serenat çalacaksa bu serenatın sahibi Sergen Yalçın’dır. Futbol bir dans ise eğer bu dansın en büyük icracısı Rıdvan Dilmen’dir. Futbol bir resim ise eğer bu resmin en büyük ressamı Hakan Şükür’dür. Futbolun efsanesi Pele tarafından anlatılmıştır. Futbolun şiiri Maradona tarafından yazılmıştır. Futbolun romanını kaleme alan kişi Messi’dir. Futbolun öyküsünün sahibi Ronaldo’dur. Futbolun kitabını yazan kişi ise Eduardo’dur. Eduardo mu? Bir dakika? O da kim?
“Gölgede ve Güneşte Futbol”
Evet, Uruguay doğumlu büyük yazar Eduardo Galeano futbolun kitabını yazan adamdır. Her Latin Amerikalı genç gibi onun da gençliğindeki en büyük hayali büyük bir futbolcu olmaktı. Ama şartlar onun bu hayalini gerçekleştirmesine imkân vermedi. O da gazeteciliğe ve daha sonra yazarlığa yöneldi. İyi ki de öyle olmuş zira futbolcu olsaydı insan haklarına bu kadar değer veren çok büyük bir yazardan mahrum kalacaktık. (Meraklısı için yazının sonundaki tavsiye köşesine yazarın çok kıymetli eserlerinden birkaç tanesini yazdım.) Büyük bir yazar olsa da içindeki futbol aşkı hiçbir zaman sönmemiş. Ülkesinin takımlarını takip ettiği gibi dünya futbolunu da yakından takip etmiş. Özellikle dünya kupalarının en büyük takipçilerinden biri olmuş. Bu özelliğini kendine “iyi futbol dilencisi” diyerek tarif
ediyor yazar. Sonuçta çok sevdiği futbolu çok sevdiği edebiyat ile birleştirerek futbolun kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’u yazmış.
1930 yılından itibaren dünya kupalarında yaşananları, o tarihte dünya siyasetinde meydana gelen önemli olayları, kupanın dikkat çeken takımlarını, öne çıkan oyuncularını, zamanla değişen kuralları, o turnuvada atılan güzel golleri, kendi edebiyat anlayışı çerçevesinde kısa
ve net bir şekilde anlatmış. Kitap ilk defa 1995 yılında basılmış. Daha sonra yazar hayattayken takip ettiği dünya kupalarını da ekleyerek dört senede bir kitabı güncellemiş. Ortaya tadına doyum olmaz enfes bir eser çıkmış. Hiç futboldan anlamayan kişilerin bile okuyup keyif alacağını düşünüyorum. Özellikle futbolu çok sevmeyen kadınların futbola bakış açısını değiştirecek bir kitap olduğunu söylemeliyim. Ve ayrıca küçük bir tüyo vereyim, futbolu seven erkeklere alınacak en güzel hediyelerden biri Gölgede ve Güneşte Futbol kitabıdır. Benden söylemesi.
Tavsiye Köşesi: Eduardo Galeano, yukarıda belirttiğim gibi, insan haklarına önem veren büyük bir yazar. Dünya üzerinde zulüm görmüş ne kadar millet, ırk, zümre, topluluk varsa Galeano onlara destek olmuş. Ve ne kadar zalim varsa hepsinin de ipliğini pazara çıkarmış. Onun çok kıymetli eserlerinden birkaç tanesini yazayım.
1-Aynalar
2-Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri
3-Ve Günler Yürümeye Başladı
4-Ateş Anıları
5-Kucaklaşmanın Kitabı
6-Latin Amerika’nın Kesik Damarları.
