Yalnız Ağaç Bahçesi
Yazı – Ahmet Bozkuş
Bir zamanlar uzaklarda bir diyarda güzelliğiyle dillerden düşmeyen, kokusuyla, rengiyle, havasıyla herkesi büyüleyen bir bahçe vardı. Bu bahçede her ağaçtan sadece bir tane bulunuyordu. Bu yüzden de buranın adı yalnız ağaç bahçesiydi. Ağaçlar yalnız ama birlikteydiler. Herkes de buna çok şaşırıyordu. Ve bu bahçenin şöhreti de bu özelliğinden geliyordu.
Kimisi kış mevsiminde kimisi yaz mevsiminde meyve veriyordu. Baharda ve sonbaharda meyve verenler de vardı. Hiç meyve vermediği halde dört mevsim yapraklarını dökmeyerek bahçeye güzellik katan, çiçeklerinin kokusuyla bütün ağaçları mest edenler de vardı. Bazı ağaçlar dev gövdeleriyle fırtınalara ve sellere karşı bahçeyi koruyor bazıları da uzun ve kuvvetli kökleriyle toprağı sımsıkı sarıyordu. Fazla güneş görmemesi gerekenler için dallarını uzatıp gölgelik yapan ve çok fazla suya ihtiyacı olmayanlar için köklerini uzatıp suyu kendisine çeken ağaçlar vardı.
Bahçenin güzelliğine imrenen bulutlar her fırsatta gelip yağmur damlalarıyla selamlarını gönderiyorlardı. Güneşin ayrı bir sevgisi vardı bu bahçeye. Sabahtan akşama kadar etrafında dönüyor her köşesine ışıklarını sunuyordu büyük bir incelikle.
Ne zaman hangi yönden hangi rüzgârın eseceğini biliyorlardı ağaçlar. Olur da bir ağacın dalı kırılırsa hep beraber sarıp sarmalıyorlar, sırt sırta verip yeni bir filiz çıkana kadar sabırla bekliyorlardı. Rüzgarların sert esince dallarını kırmasını hayra yoruyorlar, bu sayede daha gür ve genç dallara sahip oluyorlardı.
En çok da kuşlar için bir cennetti bu bahçe. Hangi mevsimde olursa olsun rızıklarını buluyorlar, yuvalarını yapacakları güvenli dallarda huzurla yaşıyorlardı. Sadece kuşların cıvıltılarını duymak bile yeterliydi ne kadar güzel bir bahçe olduğunu anlamaya burasının.
Bir gün daha evvel hiç hissetmedikleri bir yel dokundu yapraklarına ağaçların. Bu yel ne denizlerin üstünden geliyordu ne dağların ardından. Çöl sıcağı da yoktu bu yelde kar soğuğu da. Sanki, bir makinede üretilmiş gibiydi. Her ağaca ayrı esiyordu. Her birinin yanından geçerken diğer ağaçların duymayacağı bir şeyler fısıldıyor sonra diğerine uğruyordu. Her fısıltıdan sonra garip bir titremeye tutulan ağaçlar, en taze yapraklarından birkaç tanesini döküyorlardı.
Bu gizemli fısıltıların hepsini duyan sadece topraktı ama onun da ağaçlarla konuşacak dili yoktu. Elinden gelse o yabancı yeli, yakasından tutup bahçenin dışına atardı. Çünkü toprak, bu fısıltıyı çok iyi biliyordu. Eski zamanlardan beri kaç kez duymuştu o sinsi cümleleri, kaç kez boynu bükük kalmıştı güneşin altında. Çaresizce bekliyordu artık olacakları.
Ağaçların yapraklarında yabancı yelin fısıltıları gezindi birkaç gece boyunca. Gündüzleri yine eskisi gibiydiler, dostça davrandılar birbirlerine ama geceleri kendi kendilerine derin düşüncelere dalıp, küçük hesaplar yapıyorlardı.
Zihinlerinde o yabancı yelin fısıltıları yankılanıyordu sürekli:
- Sen neden yanındaki ağacın sana gölge yapmasına izin veriyorsun? Onun yüzünden güneşten mahrum kalıyorsun. Şayet ondan kurtulacak olursan birkaç ayda bu bahçenin en büyük ağacı sen olursun.
Bahçenin en büyük ağacı olup güneşe en yakın olmak ve bu sayede daha uzakları görebilmek istiyordu küçük elma ağacı.
- Sen neden şu ağacın köklerini uzatıp senin payına düşen yağmur suyunu almasına izin veriyorsun? Bu haksızlık değil mi? Senin daha fazla meyve vermeni istemediği için yapıyor olmasın bunu. Bence bunu bir düşün. İstersen o ağaçtan kurtulmana yardım edebilirim.
Daha fazla yağmur suyu alarak çok daha fazla meyve vermek istiyordu incir. Bu onun en doğal hakkıydı. Bu bahçedeki en verimli ağaç o olmalı, bütün kuşlar ona yuva yapmalıydı.
- Şu ağaca bakar mısın? Sen kış mevsiminde yapraklarını döküp uykuya dalarken o, sürekli hayatta. Kim bilir sen yokken neler yapıyor? Kuşlarla neler konuşuyor? Belki de senin kuyunu kazıyordur? Bir kış uykuya daldığında yerinde yeller esebilir. Seni severim bilirsin. İstersen onu ortadan kaldıralım da rahat rahat uyu.
Bütün bir kış boyunca endişeyle uyumak istemiyordu kiraz. Arkasındaki çam ağacından kurtulursa daha geniş bir alana sahip olur ve huzur içinde uyurdu. Zaten oldum olası sevmemişti onun ince yapraklarını.
- Sen bu bahçenin en güzel ağacısın. Bu bahçe sana ait aslında. Bana kalırsa bu bahçede sadece sen olmalısın. Diğer ağaçların olmadığını sadece seninle aynı türden ağaçların olduğunu düşünsene… Sadece senin rengin ve senin kokun. Bahçe dediğin böyle olur!
Evet, dedi, söğüt. “Bu bahçede sadece ben ve benimle aynı olanlar olmalı. Böyle saçmasapan, karmakarışık, rengarenk bahçe mi olur? Hangi mevsimde olduğumuz bile belli değil!”
Ve nihayet bir sabah uzun dallarıyla gölge yapan çınar ağacı kurudu. O kuruyunca güneşten daha fazla ışık alacağı için sevinen elma da sadece birkaç gün sonra fazla güneşe dayanamayıp kurudu. Onu gölgeleyen dallar yoktu artık.
Uzun kökleriyle daha fazla su içen kavak ağacının kurumasına sevinemeden kaybetti bütün meyvelerini incir ağacı ve bir günde yapraksız kaldı. Bünyesi kaldırmadı bu kadar fazla suyu, önce kökleri çürüdü.
Yapraklarını dökmeyen çamın yok olmasıyla rahatlayan ve geniş bir alana sahip olan kiraz ağacı da dayanamadı sert esen rüzgarlara. Onun önünde siper olan çam yoktu artık.
Bahçe gittikçe tenhalaşıyordu. Bütün bahçede sadece kendi türünden ağaçlar olacağı için bu eksilmeye, azalmaya, yalnızlaşmaya, kurumaya, ölümlere ses çıkarmayan ve hatta sevinen söğüt ağacı da nihayet tek başına kaldı.
Kuşsuz, sessiz, kokusuz, renksiz, bulutsuz ve umutsuz bir bahçenin ortasında bir başına kalmıştı. Güneş yüzünü başka yöne çevirdi. Bulutlar hayal kırıklığıyla dağıldılar. Son kalan söğüt ağacı da yalnızlıktan öldü.
Toprak asırlardır kabuk bağlamayan yaralarına bir yenisini daha ekledi. Yalnız ağaç bahçesinden geriye cansız kökler kaldı.
Toprağın çaresizliği, ağaçların dilini bilmemesinden değil o yabancı yelin nereden geldiğini bilmesindendi. Ağaçların kendi yapraklarından çıkardıkları sesin, kendi gövdelerine çarpıp dönüştüğü fısıltıydı o yel. Dışarıdan gelmemişti, bahçenin içinde büyümüştü. Toprak biliyordu ki, “Her bahçe kendini kurutacak rüzgârı kendi içinde büyütür.”
Birlikteyken bir bahçe olduklarını, yalnızken savunmasız kaldıklarını, birbirlerine benzemek zorunda olmadan, paylaşarak, anlaşarak, konuşarak özgür ve mutlu bir şekilde yaşayabileceklerini unutan o ağaçlar, kurudular, kırıldılar, unutuldular.
Onlardan geriye “Acı bir yel kaldı bahçede yalnız…”
Yazı – Ahmet Bozkuş