İnsanlığın Ağır Kokusu

İnsanlığın Ağır Kokusu

Hikaye: Şeyma Yol Kara

Ölen bir insandan hatıra saklama fikrinden hiçbir zaman hoşlanmadım. Bunun hastalıklı bir eylem olduğunu düşünüyorum. Ama şu an iki ölünün de elinin değdiği küçük bir defteri cebimde saklıyorum. Bir de nereden geldiğini asla anlayamadığım eski bir gazete kağıdını. Hiç tanımadığım büyük babaannemin defterini, uzun süre yattıktan sonra son nefesini veren büyük amcamızın evinden kendi ellerimle aldım. Koyu yeşil kaplı, yaprakları sararmış ama özenle saklanmış alelade görünen bir defter.

Yazılanları okumak çok vaktimi almasa da sindirmem için uzun gecelerin geçmesi gerekti. Onu hiç tanımadım. Ben daha bebekken ölmüş. Ama hakkında o kadar çok anı dinledim ki zihnimde eli, yüzü, gözleri ve kendine has kıyafetleri olan bir kadın canlandırmayı başardım. Çok düşünürsem sesini bile duyabiliyordum. Her zaman buzlu camdan kapıları olan aydınlık odasında oturuyor. Sabahları erkenden kalkıp evdeki herkesin uyanması için elinden geleni yapıyor. Kahvaltıda sevdiği şeylerden sınırsızca yiyor. Sonra da odasına çekilip şekerli kahvesinin getirilmesini bekliyor. Bakır leğeni ve ibriği önüne getirilip elleri ile ağzını yıkamasını seyrediyorum. Ayağa kalkınca belli olan hafif bir kambur görüyorum sırtında. Boyu ne çok uzun ne de çok kısa. Yüzünü defterin arasındaki vesikalık fotoğraftakinden daha çirkin hayal etmiştim. Değilmiş. Gençliğinde oldukça güzelmiş. Ama yüzü gülmeyen bir kadınmış diye düşünüyorum. Masallarda geçecek kadar güzel bir adı yok. Belki ninesinin belki erken yaşta ölen teyzesinin ya da halasının adını aldı, kim bilir. Harfleri birbirine acemice birleştirmiş. Koyu mavi bir tükenmez kalemle yazılmış yazıları okumakta nedense hiç zorlanmıyorum. Günlük gibi ama değil; hatıra defteri gibi ama o da değil. Tarih yazmadığı için ne zaman yazmaya başladığını bilemiyorum. Aslında önemli olan da bu değil. Önemli olan yaşadıkları.

“Babamın büyük bahçeli konağında kardeşlerimle yaşarken bunlar hiç aklıma gelmemişti. Bilseydim annemin her söylediğine itiraz etmez, ırgatların başında tarlaya gider, kardeşlerimle iyi geçinirdim. Kuru kuruya inat etmekten vazgeçerdim. Belki o zaman sürüklendiğim o yolculukta tek başıma olmazdım.

Eşkıyalar konağa saldırmadan bir gece önce babam tarlaları, hayvanları ve evi yok pahasına sattığını söyleyince nasıl da öfkelenmiştim. Eve iki eşek arabası kürkle gelmişti. Çoğu astarlıydı ve iyi dikilmişti. Bir hayvana değil de insana aitlermiş gibi kokuyorlardı. İnsanlar gibi. Buruk, gizemli bir koku sarıvermişti evin içini. Hepimiz giyebileceğimiz kadar kürk giyip hava aydınlanmadan yola çıkacaktık. Harmanları kaldırmamıştık daha. Havalar öyle sıcak oluyordu ki dışarı çıkmak bile eziyete dönüşüyordu çoğu gün. O kürkleri giydiğimi düşünmek bile sırılsıklam terletmişti beni. Doğduğumuz, büyüdüğümüz bu yerlerden yabancılar gibi kaçıp gidecektik. Ağırıma gitmişti. Gece hazırlıklar hızla tamamlandığında ben de evin önündeki mısır tarlalarına saklanmıştım. Burnumda kürklerin kokusu duruyordu hala. Ne yaptıysam gitmedi. Günün ağarmasını bekleyip öyle çıkacaktım. Saatlerce seslenmelerine, beni uzun uzun aramalarına kulaklarımı tıkadım. Bir ara sessizlik oldu. Uyuyakalmışım. Kötü bir rüyadan uyanır gibi sıçradım boyumu geçen mısırların arasından. Sabaha karşı eve vardığımda bahçede eşya yüklü katırları görememiştim. Beni bırakıp gitmiş olmalarından ölesiye korktum. Telaşla, koşarak girdim evin bahçesine. Bir taraftan içimdeki korkuyla başa çıkmaya çalışıyordum. Herkesin sofada beni bekliyor olacağını umut ederek kapıyı açtım. Sofa, odalar her yer bomboştu. Bomboş ve kirlenmiş. Kimsesiz, sahipsiz ve bomboş.

Nereye gittiklerini ya da götürüldüklerini düşünmek istemiyordum. Ağlayarak ve korkuyla eşkıyalar gelirken bebeklerimizi sakladığımız kuyuya doğru yürüdüm. Herkes göç yoluna çoktan düşmüştü. Sessizce ağlıyordum. Sessizce ağlamak çok ağırdı. İçimde taşıdıklarım öyle ağırdı ki kaç tane kürkü giydim onu bile bilmiyordum. Telle bağladım kalanları, sırtıma sardım. Sadece kokularını duymuştum. Son akşamın kokusunu. Çıkınıma evde bulduğum tok tutacak, susatmayacak şeyler koydum. Kırbama kuyumuzdan son kez su doldurdum. Herkesin akın akın gittiği yola doğru yollandım. Kimseyi duymuyor, görmüyor, tanımıyordum. Nereye gittiğimi, nereye gittiğimizi bile bilmiyordum. Uzun sürdü. Çok uzun. Beni yoran ne yol ne açlık ne de ter ve gözyaşından sırılsıklam olan kürklerdi. İçim yandıkça yandı. Trenle değil de bir gemiyle gidiyor olsaydık sularla kucaklaşabilirdim. Bunun hayalini kurdum.

Herkesle birlikte son istasyonda indim. Saçlarımın diplerinden, ayak parmaklarımın ucuna kadar kızardığımı hissediyordum. Kalabalıklar geliyordu. Kalabalıklar gidiyordu. Vücudumda çıkan yaraları, kaşıntılarımı ve boğazımla burnumun arasına oturan o kokuyu unutmuştum. Adımı sordular. Kim olduğumu unutmuştum. Biri elinde resim makinesiyle yanıma yaklaştı. Söylediklerini anlamadım. Kürklerime sıkı sıkıya sarındım. Tren raylarından çıkan buharlar istasyona doğru hızla yaklaştı. Bir alev beni yavaşça kendi yangınına sürükledi. 

Gözlerimi kalabalık bir hastane odasında açtım. Yanımdaki kadınla aramda sadece kürkler vardı. Kürkler ve kokular. Üstümde iç geceliğimle kalmıştım. Hem kokumdan hem de çıplaklığımdan utanmıştım. Kollarımdaki su toplamış yaraları gördüm. Yüzüme, boynuma dokundum. Sıcak ve acı içindeydim. Etrafa bakınırken gördüm onu. Benden iki yaş küçük erkek kardeşimi. Yanında iyi giyimli bir adamla konuşup bana bakıyorlardı. Aynı yollardan geçip birbirimizi hiç görmeden gelmiştik buraya kadar. Onun da elinde birkaç kürk vardı. Ağladım. Bu defa sesli. Biz kucaklaşırken adam elindeki büyükçe deftere bir şeyler yazıyordu. Arada kafasını kaldırıp yanımda istiflenmiş kürklere bakıyordu.

O gün yeni kimliğimize kavuştuk. Payımıza düşene razı olduk. Acımızı, geçmişimizi ve yabanlığımızı yüzümüze vurmalarına ses etmedik. Üstümüze sinen o koku ömrümüze de yapışmıştı artık. Kürklü olmuştuk. Kimliğimiz buydu. Onları neden giydiğimizin, nasıl getirdiğimizin bir önemi yoktu. Adımız yoktu. Kürklerimiz vardı. Bir de hiç gitmeyen kokumuzun utancı.

2021 Ocak Lapsus Dergi 

Hikaye: Şeyma Yol Kara

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi