Viyana Dedikoduları
Gezi yazısı: Belma Balcı
Tüm Avrupa ülkelerinde geleneksel olduğu şekilde Avusturya Parlamentosu; Lordlar kamarası ve Avam Kamarası olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Yani seçkinler ve elit tabaka ile yoksul halk tabakasını temsil eden iki grup. Gerçi; elit Lordlara göre ilmi ve irfanı kıt aşağı halk tabakasını temsil eden Avamların ne kadar sözü geçiyordu bu mecliste bilinmez! Ben bu konuda iyimserlik yapamıyorum açıkçası. 1848 ayaklanmasında, isyancıların izin alıp almadıklarını soracak düzeyde akıldan yoksun Kral Ferdinand tahtı bırakıp yerini Franz Joseph’e verince, henüz 18 yaşında olan yeni kral yönetimde yeni kararlar aldı ve de ilk parlamento fikri de böylece oluştu. Bu arada Avusturya çeşitli savaşlar ve toprak kayıpları yaşayınca bu fikir bir müddet rafa kaldırıldı. Ve 1874-83 yılları arasında dokuz sene içinde mimar Theophil Hansen tarafından, eski yunan tapınakları tarzında bir bina inşa edildi. Franz Joseph’in isteği bu bina içinde Lordları ve Avam halkı bir araya getirmekti.
Bu durumu bizde ki vatandaş ve halk ayrımı gibi desek olur herhalde, ama bizim vatandaşlarımız bırakın parlamentoda halkla aynı çatı altında birlikte olmayı, onlarla aynı denize bile birlikte girmezler. Tarihi iyi okuyanlar bunun nedenini çok iyi bilirler ama genel olarak benim fikrim şudur: Her toplumda iki sınıf vardır, yönetenler ve yönetilenler ve de tarih boyunca hep yönetenler kazanmıştır. Irk, dil, din hepsi hikayedir, otoriteye sahip sınıflar için zaten bunların önemi de yoktur, onların tek derdi güç ve paradır, bu değerleri binlerce yıldır halkı istedikleri gibi yönetmek ve günümüzde ise yeni dünya düzenini kurmak için kendi çıkarları adına kullanırlar.
Neyse; Halkı, Vatandaşı, Lordları ve Avamı bir yana bırakalım ve biz parlamento binasına dönelim yine… Mimar Hansen bu binayı süsleyecek ve daha görkemli hale getirecek fikirler bulmaya çalışıyordu ve bunun tek çaresi muhteşem heykellerden geçiyordu. Ama hangi heykelleri yaptıracağı problem yarattı, Avusturya bürokrasisini delip geçmek kolay değildi. Bir yanda sanatsal düşünen mimar, diğer yanda gereksiz siyasi simgelerle uğraşan; Anıtlar Komitesi… Sanatçıların işi her devirde ve her durumda hep zordur zaten, kabul görmek için otoritenin kurallarına uymak zorundasındır. Burada da durum pek farklı olmadı ve özellikle bir tablo her ne kadar mimarını fazla memnun etmese de komiteyi ziyadesiyle mutlu etti. Antik yunan kılığında ve Olimpik tanrıların pozunda ve de tebaasına adalet bağışlayan Franz Joseph’in tablosu…
Parlamento binasının Yunan tarzı yapılmasının aslında siyasi bir simgesel anlamı vardı. Tarihte ilk demokrasi Yunanlıların işi olduğuna göre, Franz’ın demokrasi adına yaptığı veya yapacağı günahlar onun işi olmayacaktı, bütün suç Yunanlılarındı aslında. Ne ilginç ve bir o kadar da absürt bir yaklaşım! Ama halk her söylenene inanırsa veya aslında bunlara inanacak şekilde eğitilirse bizim diyecek başka bir sözümüz olamaz!
Yunan tarzını daha da kuvvetlendirmek için binanın tepesine kanatlı Nika yani zafer heykelciğini kondurdular. Bununla da bitmedi binanın tam önüne devasa, klasik Yunan heykellerini anımsatan bir heykel daha koydular. Bu heykel Parthenon’daki bilgelik tanrıçası Athena heykelinden esinlenerek yapıldı. Athena’nın ayaklarının dibindeki dört erkek figürü Avusturya’nın dört nehrini simgeliyordu: Tuna, Inn, Elbe ve Moldau…
Franz Joseph Avam’a da saygı göstermeye karar verdiğinde kafasında başka binalar da şekillenmeye başlamıştı. Parlamento binasının devamı olan Belediye ve Üniversite binaları. Bu üç bina hem fikir olarak hem de mekan olarak birbirlerini takip ederler, Ringstrasse üzerinde…
Belediye binası yani Rathaus bilinçli olarak gotik tarzda inşa edilmiş, çünkü şehir belediyesi fikri ve uygulaması taa ortaçağdan beri vardı. Üniversite binası ise İtalyan Rönesans tarzındadır, çünkü üniversite gibi bir bilim ilim yuvasına, Avrupa’nın sanatsal ve düşünsel uyanışı olan Rönesans uygun görülmüştü. Rathaus’un tam karşısında tiyatro binası yer almakta. Burgtheater, diğerlerine göre daha küçük ve gösterişsiz ama sevimli…
Avrupa’nın anası burada
Biraz dağıldık, yolumuz Ringstrasse’den çıktı, isterseniz biraz geriye dönelim ve yine cadde üzerinde iki büyük müzeye gidelim. Birisi, ‘Kunst Historisches Museum’, diğeri ‘Natur Historisches Museum’; Yani sanat tarihi ve doğa tarihi müzeleri. Özellikle sanat tarihi müzesi çok zengin, ünlü ressamların orijinal eserlerine çok yakından tanık olmak olası. Bu iki muhteşem binanın tam ortasına Avusturya’nın en muhterem ve önemli şahsiyetinin heykeli dikilmiş. Maria Theresia… 1717-1780 yılları arasında yaşamış Avusturya kraliçesi…
Erkeklerin genelde at üzerinde heykelleri alanları süslerken Maria Theresia’yı şık bir taht üzerine hanım hanımcık oturtmuşlar. Maria Theresia’nın babası VI. Karl, Voltaire’nin deyişiyle, ”tarihin akışını değiştiren bir kap mantarı yiyip öldüğünde”, erkek evladı yoktu ve kızının mirasçısı olduğunu bildiren bir berat bırakmıştı, hatta Maria Theresia bu beratı heykelinde bile sıkı sıkı elinde tutar hâlâ. Fransız ihtilali sırasında halk için ‘ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ diye bir özdeyişte bulunan Fransa kraliçesi Marie Antoinette bizim Maria Therasia’nın en küçük şımarık kızıdır. Maria Theresia’nın tam 16 çocuğu olmuş ve kızlarının çoğunu Avrupa’nın birçok kralıyla evlendirdiği için de Avrupa’nın anası sayılır. Yazlık saray olarak bilinen Schönbrunn sarayını da Maria Theresia yaptırmış.
Freud’un ayak izleri
Hazır laf açılmışken, bizim Freud’un her gün tur atmayı geleneksel hale getirdiği şu Ringstrasse’den ayrılıp 13. bölgeye yani Schönbrunn sarayına doğru yollanalım. Sarı rengin hâkim olduğu güzel bir bina, özellikle bahçesi muhteşem. Saray ilk yapıldığında kentin dışındaymış ama şimdi burası nerdeyse merkez oldu.
Ve kraliçe Mozart’ı yanaklarından öper
Schönbrunn’un içi muhteşem, tavan resimlerinin Guglielm tarafından yapıldığı ‘Büyük Galeri’ şahane… ‘Aynalı Salon’ da Mozart henüz 6 yaşındayken konser vermiş ve kraliçe onu kucağına alıp yanaklarından öpmüş. Ve daha bir sürü güzel salonlar birbirini takip etmekte. Salonları gezdikçe, hanedanın şaşaalı günlerinde burada yapılan muhteşem devasa balolarda çalınan valslerin tınılarını duymak mümkün adeta. O yıllarda salonlarda yakılan mumların sayısı çok önemliymiş, bu mumların çokluğu davetlilerin ne kadar sevildiğinin göstergesiymiş.
İlk magazin prensesi
Bu saray ile özdeşleşen en önemli şahsiyet ise: Sisi… İşte geldik önemli konuya. Sisi yani kraliçe Elisabeth… Sisi zamanının magazin yıldızı adeta. Franz Joseph’in de karısı… Bu ikisinin aşk hikayesi masallara taş çıkartır cinsten. Bizim Franz bir gün evlenmeye karar vermiş. Ülkenin ve komşu ülkelerin soylu aileleri kızlarını ona beğendirmek için yarışa girmişler. Sonunda Bavyeralı soylu bir ailenin büyük kızı Helen de karar kılmış anne Maria Theresia. Kızı bizim Franz ile tanıştırmak için bir balo düzenlemiş. Balo sırasında Franz salona girerken tüm kızlar sıraya dizilip onu selamlıyorlar, her ne kadar kraliçe Helen’de karar kıldıysa bile onlar hâlâ umutlarını yitirmemişler herhalde, umut fakirin ekmeği misali işte. Bizim Sisi ise yaramaz küçük bir kız daha o zamanlar, evlenmeyi filan da düşündüğü yok. Ama o balo onun hayatını değiştiriyor ve o kadar kızın arasında prensin gözü Sisi’ye takılıyor. Helen filan hikaye tabii ki, gönül bu, kime konacağı belli mi olur!
Prensesler için de mutlu son evlilik midir?
Masal mutlu sonla bitiyor, yani evleniyorlar… Her ne hikmetse bütün hikayelerde mutlu son demek evlilik demek! Bence tam tersi vallahi, işte o zaman başlıyor mutsuz hikaye ve mutsuz sonlar… Bu masalda da aynı şey oluyor, mutlu son olarak tezgahlanan evlilik mutsuzluğun başlangıcı oluyor. Bizim küçük ve güzeller güzeli Sisi asi ve heyecanlı bir tip çıkıyor; saray kurallarına, adabımuaşeret kaidelerine uymak istemiyor, sürekli hırgür çıkaran ‘özgür kız’ rolüne sarılıyor. Gezmek tozmak, modaya düşkünlük ve yasak aşklar derken 19. yüzyılın en çok konuşulan ve dedikodusu yapılan sosyetik magazin kahramanı oluveriyor… Sisi bana hep İngiltere Prensesi Diana’yı hatırlatmıştır. Tıpkısının aynısı bir hikaye onunki de… Yarım asır arayla aynı hikaye tekrarlanmış adeta, Dejavu misali… Aynı Diana’nın trajik ölümü gibi, bu güzel ve sıra dışı prensesin sonu da çok trajik maalesef… 1898 yılında Cenevre’de dolanırken, hanedana düşman bir İtalyan keskin bıçağını Sisi’ye saplayıveriyor… Elisabeth ve Diana, iki mutsuz prenses.. Zenginlik, mal mülk, şöhret onları hiç mutlu edememiş iki talihsiz genç kadın. Sevgisizlikten, anlayışsız kocalarından, kaynana entrikalarından, çevre baskısından bunalmışlar, altın kafese kapatılmış bülbüller misali güle hasret ölüp gitmişler…
Mozart’ın çikolatasını yapıp satmak
Avusturyalılar Sisi’yi pek severler, çünkü onu ticaretleştirerek, onun vasıtasıyla günümüzde iyi para kazanıyorlar maşallah. Ha sahi bu ticari ünlülerden bir diğeri de Mozart’tır. Mozart çikolataları ise Mozart’ın müziğinden daha ünlüdür diye iddia bile edebilirim. Avusturya’ya gelen birçok turist Mozart’ı bir çikolata markası sanmaktadır. Bu dediğime inanmıyorsanız bir araştırma yapabilirsiniz. Sisi çikolataları da yapmışlardır ama Mozart’a göre biraz daha sütlüdür, adamlar işi biliyorlar vallahi.
Neyse konuyu epeyce magazinleştirdik, en iyisi saraylara geri dönelim. Schönbrunn dışında, bir de kışlık saray olan ‘Belveder Sarayı’ var. Bu imparator ailesinin değil sadece Avusturya’nın milli kahramanı Prens Eugene’nin sarayı, bu yüzden daha küçük boyutlarda yapılmış. 1955 yılında Avusturya’nın tarafsızlık anlaşması bu sarayda imzalandı…
İkinci Viyana Kuşatmasında Osmanlı ordularını Zenta’da bozguna uğratan şahıs Prens Eugene’dir. Daha sonra Petervaradin’de de Osmanlı ordularını yendi, Macaristan’da Osmanlı yönetimine son verdi. Bundan iyi milli kahraman mı olur!
Azıcık boydan kısa!
Bu Prens Eugene 1683 yılında, yani Osmanlı kuşatması zamanında aslında ordunun başına filan geçmeye pek niyetli değilmiş, aklında böyle bir fikir dahi yokmuş baştan. Bu sebeple o yıl Fransa kralı XIV. Louis’e başvurarak Fransız ordusunda subay olmak istemiş ama boyu kısa olduğu için reddedilmiş. Bizimki çok üzülmüş ama ne çare, kral dediğim dedik çaldığım düdük demiş de başka şey dememiş. Prens Eugene kös kös memleketine dönmüş ve tam o sırada aklına başka dahiyane fikir gelmiş. Osmanlı ordusu karşısında Passau’ya çekilen I. Leopold’u bulmuş ve aynı teklifi bu sefer ona yapmış. Osmanlılar karşısında zor durumda olan Leopold’un boy pos düşünecek hiç hali yoktu ve Prensi orduya aldı hemencecik. Ve sonrası malum hikaye… Görüldüğü gibi her işte vardır bir hayır…
Şimdiye kadar krallardan ve kraliçelerden, prenses ve prenslerden bahsettik. Monarşi, cumhuriyet falan filan derken Viyana, iki dünya savaşı arasında, ‘Kızıl Viyana’ ünvanını aldı, neden büyük çoğunluğun sola oy vermeseydi. Viyana sosyal demokratları bugünkü gibi değildi o zamanlar, ciddi ciddi sahiden solculuk yapıyorlardı. Ve ilk iş olarak işçilerin daha insanca yaşamaları için sosyal konutlar yapmaya başladılar. Daha önce yazdığım gibi Karl-Marx-Hof çok daha önce yapılmıştı ve buna benzer çeşitli yerleşim alanları yaptılar…
Gezi Yazısı: Belma Balcı