Bahtsız Mozart ve Viyana Kahvaltısı
Gezi Yazısı: Belma Balcı
Artık en önemli meseleye gelelim… Müzik… Evet bu konu benim için özellikle önemli çünkü biricik kızım Melissa Viyana’da doğdu, küçücük yaşlardan beri müzikle ilgili. Viyana’da müzik okudu ve hayatını bu alanda sürdürüyor. Piyanoda klasik müzik çalarak başlayan müzik hayatına bugün gitar ile caz müziği yaparak devam ediyor. Yolu açık olsun kızımın… Melissa Viyana’nın bugünü, ama biz şimdi biraz geriye gidelim.
Müzikte 17. yüzyıl ile 18. yüzyılın ilk yarısı arasındaki dönem barok dönem olarak bilinir. Dinsel ve din dışı müziğin kesin olarak birbirinden ayrıldığı bu dönemdeki en önemli gelişmelerden biri de çalgı eşliğinde söylenen din dışı solo şarkılardı. Bu şarkılar sonradan gelişecek olan operanın ilk örnekleri sayılır. 18. yüzyılın sonlarına doğru, müzikte klasik dönem başladı. Müzik uzmanları için gerçek klasik müzik, yaklaşık 1760’tan 1830’a kadar Avusturya’nın başkenti Viyana’da gelişmiş olan müziktir. Bu yüzden, Viyana’ya müziğin başkenti demek istiyorum. 1700’lerden önceleri ise bu musiki alanında tartışılmaz tek ülke İtalya idi. Bu tarihten sonra bu rakipsizlik bozulmaya başladı. Yıl 1705… İtalya’da Vivaldi rüzgarları esmeye başladığında, o sıralar Danimarka’nın elinde olan Lübeck şehrinde, Alman asıllı müzisyen Dietrich Buxtehude bir kilisede orguyla konser vermeyi planlıyordu. Bu konserin izleyecilerinden biri ise 20 yaşlarında gencecik bir delikanlıydı. Sırf bu konseri izlemek için iş yerinden bir aylığına izin almış ve yeterli parası olmadığı için de Arnstadt’tan buraya yürüyerek gelmişti. Arnstadt şehrinde org çalarak hayatını kazanmaya çalışıyordu o zamana kadar, ama orgu öyle değişik çalıyordu ki, bu durum kilisenin hiç hoşuna gitmiyordu ve ”Cemaati şaşkına döndürüyorsunuz.” şeklinde eleştiriler alıyordu. Her toplumda farklı olan her daim dışlanmıştır, beğenilmemiştir. Neyse, bu genç adam Buxtehude’ye o kadar hayran oldu ki, tam üç ay onun yanından ayrılamadı ve de tahmin ettiğiniz gibi işinden de atıldı. Sisteme baş eğmez de istediğini yapmaya kalkarsan vay haline dostlar. Zaten aykırı işler yaptığı için pek sevilmiyordu ve bu yüzden belki de kilise yönetimi için onu işten atmanın en kolay yolu olmuştu bu olay. Sonra da Mühlhausen’de kilisenin orgunu çalmak üzere başka bir iş buldu. Bu genç adamın kim olduğunu bileniniz var mı? Bir sonraki satıra geçmeden önce bir iki dakika düşünün bakalım, kim olabilir!
Bach’ın bahtı ve Mozart’ın talihi
Evet, Johann Sebastian Bach idi bu adamın adı. Artık klasik müzikte İtalya’ya bir rakip çıkmıştı. Bach ve ailesi terazide ağır çekmeye başlamışlardı. Ama Viyana’da henüz bir hareket ve bereket yoktu. Bu arada 1740 yılına gelinmişti. Bach iyice yaşlanmıştı ve Vivaldi ölmek üzere idi. Tam bu sıralarda Stephansdom Katedrali’nin müzik yöneticisi Viyana yakınlarında küçük bir kasaba olan Hainburg’a gitmiş ve orada kilise korosunu dinlemişti. Bu koroda şarkı söyleyen 8 yaşında bir oğlan çocuk ilgisini çekti ve hiç vakit kaybetmeden bu çocuğu yanına alıp Viyana’ya getirdi. Fakat çocuk ergenliğe gelince sesi çatladı ve korodan ona bir daha şarkı söyletmediler. Her şerde bir hayır vardır, lafını burada tekrar kullanmak istiyorum. İşsiz kalan delikanlı Viyana’nın ünlü bir aristokrat ailesi olan Esterhazy’ler yanında iş buldu. Bu ailenin sanata ve dünyaya en büyük yararı bu delikanlının yeteneğini anlayıp onu desteklemeleridir. Ve bu genç delikanlı bu aile sayesinde onlarca yıl hiç geçim derdine düşmeden şahane besteler yaptı. Kimdi bu dahi genç? Joseph Haydn… Haydn 40’lı yaşlarında Mozart ile tanıştı… Mozart o zaman henüz 20 yaşına bile gelmemiş bir delikanlıydı ama ünü de almış başını gitmişti. 1873-74 yılları olsa gerek tahminen. İki yetenekli müzisyen birbirlerinden etkilendiler. Haydn Mozart için, ”hayatımda tanıdığım en büyük müzik adamı” derken; Mozart ise bestelediği yaylı sazlar dörtlüsünü Haydn’a ithaf etmişti.
Olağan dışı bir müzik dahisi
Haydn, sadece iki kere İngiltere’ye gitmesi dışında hep Viyana’da kaldığı halde Mozart sürekli Avrupa’da gezer seyyah gibi ama kürkçü dükkanı misali her seferinde büyük bir sevinçle hep Viyana’ya geri döner. Tartışmasız tarihin en büyük dehalarından biri olan Mozart 1791 yılında öldüğünde Haydn İngiltere’dedir ve cenazeyi göremez. Sen bir yerlere gitme, tam gittiğinde de başına gelene bak, en yakın arkadaşının yanında olama! Hayatın cilvesi işte. Mozart bana göre olağandışı bir dahiydi. Onun dahi yanı ile ilgili efsanevi bir hikaye anlatılır, ki tamamiyle doğrudur. Onun zamanında kiliselerde söylenen her türlü ilahi ve şarkıların notalarını kopyalayıp kilise dışına çıkarmak yasaktı. Fakat bizim 14 yaşındaki genç dahimiz, çok kompleks bir parça olan hem de çok sesli söylenen Gregorio Allegri’nin Miserere’sini kilisede bir kez dinledikten sonra hafızasına kayıt etmiş ve sayfalarca notayı eve gidip bir çırpıda hiç eksiksiz kağıda geçirmiştir. Bunu ne derece zor ve imkansızı başarmak olduğunu tahmin etmek güç değil.
Entrikaların kurbanı
Şimdiye kadar dünyanın gelmiş geçmiş en büyük müzik dehası olan Mozart, maalesef entrikaların kurbanı oldu. Viyana’da yaşayan diğer müzisyenler onu çekemediler, onun gölgesinde kalma korkusuyla onun önünde her daim engel oldular, ders vermesini engellediler, konserlerini kaldırdılar ve daha neler neler. Mozart’ın hangi hastalıktan öldüğü hala bir muammadır. Ölüm kayıtlarında ‘hitziges Frieselfieber’ yazar ama yine de bu tam bir ölüm sebebi olarak kabul edilmez çoğu çevrelerde. Ateşli romatizma, civa zehirlenmesi gibi başka hastalıklarda da söz edilir. Parasızlıktan, fakirler mezarlığına gömüldü ve sonradan da mezar kayboldu gitti. 35 yıllık kısacık hayatında 600 küsur eser bırakmıştır ardında. Mozart’ın son sözleri şöyledir: ”Ölümün tadı dudaklarımda, bu dünyadan olmayan bir şey hissediyorum.” Haydn ve Mozart gibi iki dahi bestecinin Viyana’da bulundukları sıralarda, yıl tahminen 1785-86 yılları olsa gerek, 16 yaşında başka bir delikanlı ikisiyle de tanışır ve Mozart’tan ders almaya başlar. Mozart onun ilerde çok büyük bir müzik adamı olacağına yürekten inanmaktadır. Mozart’ın bu yetenekli öğrencisinin adı Ludwig Van Beethoven idi.
Üçüncü El
Rivayete göre Mozart genç öğrencisine bir muziplik yapar ve önüne çalması için bir nota koyar, ama bunu piyanoda çalmak için üç el gerekmektedir ve bunun üzerine Beethoven üçüncü el olarak eğilip burnunu kullanır. Ve Beethoven ustaların ustası olur nerdeyse ve Viyana’da ilk orkestra şefliğini de o yapar. Ama şimdikinden bir farkla; yüzü orkestraya değil de halka dönük vaziyette. Beethoven’i bu şekilde izlemek bugünün Viyanalıların büyük büyük dedelerinin güzel bir ayrıcalığıdır.
1808 yılıydı, Mozart çoktan hakkı rahmetine kavuşmuş, Haydn ise 80‘ine merdiven dayamıştı. Viyana’da Haydn için, şimdiki Bilimler Akademisi binasında, bir doğumgünü partisi konseri düzenlenmişti. Haydn yürüyemiyordu ve bir koltukta taşınarak salona getirilmişti. Konser bitince Beethoven Haydn’ın yanına giderek önünde diz çökerek ellerinden öptü ve Haydn’ın bu jeste verdiği yanıt çok önemlidir: “Benim başladığımı sen bitireceksin.”
Beethoven’in ölümü Viyana’nın müzikle ilişkisini bitirmedi. 1827 yılında öldüğünde cenazesinde yaşlı gözlerle elinde meşale ile yürüyen 30’lu yaşlarını süren bir genç bir adam vardı. Çok hasta olmasına rağmen çok sevdiği büyük besteci için meşale taşımaya karar vermişti. Ve çok geçmeden o da ölüm yatağına yattı. Bu hasta genç adamın adı Franz Schubert idi. Schubert doğma büyüme tam bir Viyanalıydı. Klasizm’in üç büyük temsilcisi Haydn, Mozart ve Beethoven’in aksine o bir romantikti.
Viyana’da bir başka müzik ustası Brahms’dır. Alman olmasına karşın epey bir süre Viyana’da yaşamıştır. Brahms bir gün yanında genç bir adamla Viyana kırlarında dolanırken yanındakine şöyle diyordu: “Musikide artık her şey yapıldı, artık yapılacak bir şey kalmadı” Ama yanındaki onunla aynı fikirde değildi ve nitekim yaptığı büyük işlerle de bunu kanıtladı. Bu genç adamın adı Gustav Mahler idi. 19. yüzyılda Viyana’da bir dalga başlamıştı. Bir alman dansından esinlenerek icat edilmiş bir dans türüydü bu ve ‘schleifer’ yani kaymaca olarak adlandırılıyordu. Hangi danstan bahsettiğimi sanırım anladınız… Vals… Şimdiye kadar bahsettiğimiz ünlü besteciler vals melodilerine ve bu tempoya hep yer vermişlerdi eserlerinde ama ilk defa yahudi kökenli Strauss ailesi bunun üzerinde ısrarla duruyordu. Johann Strauss’un ‘Mavi Tuna’ valsi tek kelimeyle muhteşemdir ve nerdeyse Viyana’nın sembolu olmuştur. Viyana’ya gelmeden önce Tuna’nın maviliğine aldanışımın tek ve yegane sebebidir…
Gri ve karanlık Viyana’yı renklendiren bir sanatçı var sırada, Hundertwasser… Ve onun muhteşem eseri, rengarenk boyanmış ilginç bir yapı, Hundertwasserhaus. İlk almanca öğrenmeye başladığımda Hunderwasser kelimesine bir anlam verememiştim. Tam çeviri yaparsak ‘yüz su’ anlamına geliyor… 100 adet su mu yoksa yüzü suyu hürmetine bu adı mı sanatçıya vermişler bilemedim. Merakımdan okuyup anladım ne olduğunu. Yahudi kökenli olan Friedrich Stowasser’ın tüm akrabaları toplama kamplarında öldürülünce, o da barış istediğini ilan etmek ister ve adını Friedensreich yani ‘barış diyarı’ olarak değiştirir. Soyadının başındaki Sto yerine de Hundert’i (100) aldı, çünkü Sto Slavoncada yüz (100) anlamına geliyordu. Ve oldu sana Friedensreich Hundertwasser… Hunderwasser, mimaride düz çizgilerin kullanımını ‘allahsızlık’ olarak kabul ediyor ve Loos’a veryansın ediyordu: ”Düz çizgi insan bireyselliğine ihanettir. Her pencereyi başka türlü yapıp dans etmelerini sağlarsanız bütün binaya iyileşme şansı verirsiniz” Ayrıca renkleri kullanımı da gerçekten müthişti…
Çılgın çöp fabrikası
Ama ne yazık ki bu çılgın Viyanalı istediği fırsatı yakalayamadı. Viyana gibi muhafazakar ve rötarda bir şehirde çılgınlıklar yapmak şimdi bile mümkün değil vallahi. 1983’e kadar Viyana’da çalmadık kapı bırakmadı ve en sonunda, aman başımızdan gitsin misali ona 3. bölgede boş bir arsa verdiler ve ‘ne yaparsan yap’ dediler adeta. Buraya üç yılda 52 daireden oluşan şahane, rengarenk, olabildiğince asimetrik, hiç düz çizgi barındırmayan şirin mi şirin bir bina yaptı. Binanın tabanı bile düz değil hafif bombeli.
Ben bu binayı gördüğümde İspanyol sanatçısı Gaudi’yi hatırladım hemen. Hunderwasser Gaudi’den epeyce esinlenmiş ve hatta nerdeyse onu kopyalamış desem biraz ileri gitmiş olur muyum dersiniz?
Hundertwasser’ın bir başka güzelliği de Viyana’daki çöp fabrikasının dış cephesi. Fabrikayı öyle hoş boyamış ki, çöp fabrikası demeye bin şahit ister.
Psikologlar da buradan çıktı
Viyana’nın en büyük özelliklerinden biri de yığınla psikolog yetiştirmesi bana göre. Başta Freud olmak üzere, psikolojide ‘gestalt’ terimini ilk kez kullanan Ehrenfels, Melanie Klein, Wilhelm Reich ve de yine çok önemli bir şahsiyet Alfred Adler…
Freud’un en önemli söylemi, zihinde çocukluktan itibaren bastırılan şeylerle ilgilidir. Bir insanın söylediği sözden dediği şey değil de, başka yani demediği veya belki hiç demiyeceği bir şeyi anlamak gerektiğini keşfetmek için Viyana en uygun bir yer olmalı kanımca… Bu şehirdeki karanlık gökyüzü, tüm ağaçların ve çiceklerin kapatamadığı grilik, sürekli rölantide olma hali ve dahi insanlarının tutuculuğu, bunalımları ve iki yüzlülüğü buna çok elverişli ortam hazırlamakta. Buraya ilk geldiğimden beri Freud’un bu şehirden çıkmasına hiç şaşırmamışımdır. Umarım kafayı yemeden ben de burasını terk eder giderim.
Viyana Mutfağı! Arayın ki bulasınız!
Şimdi gelelim işin en zevkli kısmına, Viyana mutfağı. Böyle yazmama bakmayın, aslında böyle bir mutfak yok! Bu şehrin en önemli yemeği ‘Wiener Schnitzel’. Her türlü et cinsinden yapılıyor, dövülerek incecik hale getirilmiş et parçası una, yumurtaya ve son olarak galeta ununa bulanarak kızgın yağda kızartılıyor. Yanında da patates salatası yemek lazım tabii ki. Bunun için de haşlanmış patatesler; limon, sirke, yağ, hardal, et suyu, tuz ve birazcıkta şeker ile hazırlanmış sosla karıştırılıyor, küçük küçük doğranmış soğan da ilave edersen al sana salata. Tatlı olarak da Palatschinken yersen senden mutlusu yok. Bu da bildiğimiz Fransızların krepi ile hazırlanmakta. Krepin içine istediğin meyvayı koy ve yuvarla, üstüne de biraz çikolata ve yanına da kaymak koy, afiyet şeker olsun!
Viyana’da sakın Viyana kahvaltısı yemeyin
Viyana’da sakın Viyana kahvaltısı yemeyin, eğer ilginç olacağını sanıp ısmarlarsanız büyük hayal kırıklığı yaşarsınız ve üstüne üstlük aç kalırsınız. Israrla reklamı yapılan bu kahvaltı sadece ekmek, tereyağ ve biraz da marmelattan oluşmakta. Nerde bizim muhteşem kahvaltılarımız! Kıyas dahi kabul etmez.
Burada en çok içilen içki herhalde biradır ama muazzam bir şarap kültürünün de olduğunu belirtmeden geçmek olmaz. Viyana’nın etrafı üzüm bağları ile çevrili ve her bağın bir şarap evi var. Özellikle sonbaharda bağ bozumunda yapılan taze şarap harikadır. Gazoz gibi içersin ve anında seni fırtına gibi çarpar. Zaten bu sebepten bu taze şaraba fırtına anlamında ‘Sturm’ denir.
Ha sahi bir de Sachertorte var, yani çikolatalı pasta. Buralarda çok meşhur bir tatlı cinsi, aslında pazarlaması çok iyi yapılıyor desem daha doğru. Avustruyalı Franz Sacher tarafından 1832 yılında keşfedildiği söyleniyor ama fazla bir numarası yok, bizim bildiğimiz kakaolu ıslak kekin ortasına marmelat sür üzerini de çikolata kapla, al sana sachertorte. Merak edenler için, orjinalini de Opera binası yanındaki Hotel Sacher’in kahvesinde yemek mümkün. Ben de ilk geldiğimde meraktan yemiştim ama bana o kadar tatlı geldi, o kadar içim bayıldı ki, bir daha da yemedim. Yani o kadar abartılacak bir durum yok vesselam ama ille de tatlı yiyelim tatlı konuşalım diyorsanız ben size başka talılar tavsiye edebilirim. Mesela Kaiserschmarrn yiyebilirsiniz. Bir de ünlü apfelstrudel var, o da bizim elmalı börek misali işte. Neyse fazla tatlı yemeyin en iyisi, hem şişmanlatır hem de sağlığa zarardır, siz gezmeye devam edin. Daha gezecek çok yer var Viyana’da… Müzeler, Kiliseler, tiyatrolar, konserler, Heurige’ler, Gasthause’lar, Cafe’ler, Restaurantlar vs…
Viyana’da gezdik, tozduk, yedik içtik, biraz da düşündük… Ama epeyce yorulduk… Ben yazmaktan yoruldum, sizler okumaktan. Daha anlatacak çok şey var ama ben artık pes ediyorum ve Viyana’nın bundan sonrasını tanımayı size bırakıyorum. İsterlerse bilenler bilmeyenlere de anlatabilir elbette. Öğrenmenin binbir yolu var. Servus
-Bitti-
Mayıs 21
Gezi Yazısı: Belma Balcı