Yalnız Kalabalıklar
Hikaye: Roza Ülüs
Fotoğraf: Julio Motta
Zihninin dörtnala uçurduğu fikirlere yetişemeyen ayakları yokuşu yalpalayarak çıkıyordu. Rüzgârla eğilen ağaca tutunup derin bir nefes aldı. Dönemecin başındaki bu ağaç elini uzatmış bir insan gibiydi. Vefa her seferinde kendine uzatılan ele tutunup güç aldığını düşünürdü. Bundan sonrası yeşilin denizle birleştiği, ruhunun seyirlik terasıydı. Bir yığın gibi kendini bankın üzerine bıraktı. Her seferinde bunca yolu yürümenin delilik olduğunu söylüyor ama yine de vazgeçmiyordu…
Nefesi düzene girince sessizliği fark etti. Yapraklar bile hareketsiz bir şekilde duruyor, bulutlar süzülüyor, deniz sadece parıldıyor, kayalıklarla coşkusunu unutmuşa benziyordu. Bu sakinlik Vefa’nın omzuna yakın bir dost eli değmiş hissi uyandırmıştı. Sağ elini sol omzuna koyup, başını eğdi ve hıçkırıkları sessizliği bozdu.
Pişmanlıkları birikmiş, sözleri boğazına dizilmiş. Bu dünyadan geçen sevdikleri, zamansız, isteksiz başka diyarlara göçen dostları onu hayatın karanlık tarafına fırlatmıştı. Sesini, sözünü duyuramıyordu. Konuştuğu dilin yabancısı olmuştu. Yalnızlığı yuva görmek korkutuyordu onu.
…
– Korkma yavrum, bak koca adam oldun evladım. Bir yuva kursan, hiçbir şeyciğin kalmaz! Kendini dinlemekten, dert inlemekten genç yaşın ihtiyarı oldun. Bu gidişle hastalık sahibi olursun. Şu sana münasip görülen nasiplerine bir alacaklı gözle baksan, kalbin şenlik; yüzün bayram yeri olur ama görmüyorsun işte. Seni iyi bilirim ben. Sessiz durursun anlatmazsın bir şey a evlatçığım hayat böyle geçmez!
Her seferinde yakalanıyordu şu kadına. Saçları her daim bigudili, evin her işini bitirip, mahallelinin işine de burnunu sokan camgüzeli mahalle teyzesi MR gibi tarıyordu. Söyledikleri de yabana atılır gibi değildi ama yine de sinir ediyordu.
…
– Ne o yine sinirlerini mi zıplattı Vefa Efendi! Yok kırılır, yok ayıp olur, dinlemiyor zaten bahanelerine sığınarak ağzını açıp da cevap veremiyorsun buna ve kararlarını sana bırakmayan herkese. Sonra arkanı döndüğünde kavga kıyamet! Kim duyuyor seni ha söyle gölgenle mi kavga ediyorsun? Kahramanlıktan dem vurup korkaklığın kucağında avunuyorsun. Sana fedakâr, ahlaklı, saygılı olman öğretildi. Amenna! Lakin kendine şefkatin nerede? Kurbanlık koyun bir kere kesilir, sen bin kere! Sen de haklısın gerçi, karşındakiler azgın birer canavara dönüşmüş. Palazlandıkça palazlanıyor. Şeytana bile pabucunu ters giydiren sana ne yapmaz? Ama bil ki ışık, karanlığı yutar. Yüzünü karanlığın zifirine dönmüşsün. Dön ışığa bak. Bak hala bakıyor yüzüme. Kaçmak şifa olmaz bunu bilesin.
Dudağında sigarası, gözünü kısıp bir nefes dahi durmadan konuşan bu adam hem konuşsun istiyor, hem de onu kıstırdığı için nefret ediyordu. Her şeyin farkındaydı da üstündeki ölü toprağı kaldıracak, küreğe sarılacak yüreği yoktu şimdilik. Şu adam yedi ceddini tanıyordu. Öfkesi o kadar taşmış ki Vefa’nın uyanması için sarsıp duruyordu da anlayan kimdi?
…
– Lan oğlum kaçma! Kime diyorum? Her seferinde buraya kaçıp napıyorsun ha! Buluyor musun aradığını? Hoş bulsan böyle avare olmazdın. Oğlum iyice hanım evladı oldun. Hangimizin hayatı güllük gülistanlık ki? Bak tutunmuşuz bir ucundan canına yandığımın hayatın. Takdir edileni yaşarız. Ha verileni beğenmiyorsan, kalk yapabildiğinin en iyisini yap. Ama bir kalk be oğlum. Dert yanacağına, derdin köküne kibrit suyu dök.
Son kalan kibrit çöpüyle sigarasını yakan Vefa, derin bir nefesle çekti içine dumanı. Bunca davetsiz konuşmalar kafasında yankılanıyordu. Fikirlerini sorduğunu hiç hatırlamıyordu. Ağzını açıp bir laf dahi edememişti. Kimse onu anlamayacaktı. Tek istediği sessiz kalmak ve biraz dinlenmekti. Burada da bulmuşlardı onu.
Söylenilenleri dinleyecek gibi oldu fakat köşedeki derin, karanlık bakışlarını Vefa’dan ayırmayan yaşlı adam tüm cesaretini kırıyordu. Yıllardır bir gölge gibi izlemişti onu. Çok tanımasa da karar mercii, hali – durumu kontrol edeniydi. Küçüklüğünden buyana herkes ihtiyarın ne diyeceğine önem vermişti. Hal böyle iken kendi adına hareket etmekten korkuyordu. Bu zamana kadar kim içinden geldiği gibi davranmıştı ki? Kimin istekleri şu yaşlı nemruta sunulmadan gerçekleşti? Gerçekleşmedi de herkes hevesini içine gömüp, yalancı bir kabulleniş maskesiyle hayatına mutsuzca devam ediyordu. Kendini bildi bileli hevesleri kursağına inci gibi dizildi. Bu yaşına kadar kendi adına kararlar verildi. Ismarlanmış bir hayatın kötü aktörüydü.
Vefa oturduğu yerden doğrulup ayağa kalktı. Sigarasından son nefes aldı. Huyu olmasa da yere atıp tüm öfkesini izmaritten çıkarırcasına ayağıyla ezdi. Gözlerini yaşlı adamdan ayırmadan bir hışımla ona doğru yürüdü. İlk kez kendini cesur hissediyordu. Bilmediği sularda yüzüyordu. Boğulmuştu zaten dipsiz hayatlarda. Kim bilir belki şimdi su yüzüne çıkacaktı. Adam yakın olmasına rağmen yol bitmemişti. Vefa yanına yaklaşıp elleriyle yakasına yapıştı. Var gücüyle sarsıp ayağa kaldırdı. Ceketine iliştirilmiş, ellerindeki boy boy aynalardan kendi yansımasını görmek hep korkutmuştu onu. İlkin aynaları söküp attı. İhtiyar istifini bozmadan alaycı gülümsemesiyle gözlerinin içine baktı. Vefa bu kahredici bakışa bir tokat indirdi. Var gücüyle boğazına sarılıp canı kuş olup uçasıya kadar sıktı. Can kuşunun gökyüzünde her kanat çırpışı Vefa’nın göğsündeki yükleri alıp götürüyordu.
Yanı başındaki yığılı cesede arkasını dönüp gitti…
Hiç olmadığı kadar hürdü…
Vefa içindeki bigudili teyzeyi, bıyıklı adamı, bıçkın delikanlıyı ve kulağına fısıldayan diğer insanlarını aldı yanına bir hevesle. Yokuşu inerken arkasında bıraktığı kem bakışlı, tüm art niyetlerin fikir babası, güven kıran, hayatları karartan, “El Ne Der” ihtiyarını uçurmuştu hayatından.
Deniz en güzel melodileri gönderiyordu dalgasıyla…
Yeşilin rengiyle tanışmış, güneşin ışıklarına açılmıştı gözleri…
Otuz beş yıllık ömrüne yeniden doğmuştu…
İsmi yeniden okundu kulaklarına, “Vefa hoş geldin dünyana…”
Hikaye: Roza Ülüs