Masa

Masa

Hikaye: Feyza Yılmaz

Fotoğraf: Janko Ferlic

Sabah karmaşası henüz hafifliyor, korna sesleri yeni yeni kesiliyordu. Bitmek bilmeyen boğuk bir uğultu kalmıştı yalnız. Toplantı için uygun bir saatti doğrusu. Yönetim kurulunun tüm üyeleri dikdörtgen masadaki yerlerini almıştı. Vişneçürüğü nubuk kabartmayla döşenmiş sandalyelerin -portföyün en iyi kumaşıydı- konforu oturanı içine çekiyordu ki, hepsinin yüzüne bir mahmurluk, bir umursamazlık sinmişti. Ama asıl göz dolduran masaydı. Ayakları, barok tarzı oyma aslan motifleriyle nostaljik bir hava estirirken, üstüne kondurulmuş beyaz mermer yüzeyiyle bir kararsızlık hissi uyandırıyordu adeta. Dört köşesi boydan boya leziz atıştırmalıklarla ve meyvelerle bezenmişti. Açık pencereden giren esintiyle yayılan bergamot kokusu çayın hazır olduğunun habercisiydi.

“Ayak işlerini yapacak yüz eleman lazım. Tezgahların ipini sermeye, bobinleri çevirmeye, mutfağa, tuvaletlere. Nereden bulacağız bu kadar insanı bir anda?” diye söze girdi Necip Bey. 

Açılış cümlelerini zaman kaybı saydığından es geçerdi. Cirolar katlandıkça işe daha çok sarılmış, işe sarıldıkça iki sokak ötedeki evini barkını, hamile karısını unutur olmuştu. Sabah evden çıkarken “İyi değilim bugün, karnım sancıyor.” diye söyleniyordu eşi. Daha yedi aylıktı, gebeliği zordu evet ama doğum zamanı gelmemişti ki. “Bir şey olursa haber edersin.” deyip çıkmıştı Necip Bey. Karısı tüm gün evde yatıyordu. Oysa o, İstanbul’un en önde gelen dokumacısıydı artık. 

“Şu kapıların oymalarını silmeye bile adam lazım. Taşeronlarla görüştünüz mü?”

Kim konuşacaktı önce? Bir huzursuzluk… Derken, içerdeki gerginliği delip geçen acı bir ambulans sesi yankılandı. Sirenler duvarlara çarpıp masanın sert yüzeyini okşuyor, sonra gerisin geri dönüyordu. Herkes kulaklarını tıkıyordu. Odanın havası dağılmıştı.

“Kapat şu camları Zeliha. İş yapıyoruz burada.” dedi Necip Bey. 

Oymalı kapının kirişine sinen Zeliha, pusudan çıkar gibi çıktı yerinden. Camları kapatıp yerine dönecek oldu, ama rahat edemedi. “Şu çayları koyayım hele.” dedi içinden. Durduğu yerden kelleleri saymaya başladı. Oldu olası pratik değildi şu sayma işinde. Babası kız diye köy okuluna göndermeyince kaldı o iş. Evlenince de geldi buralara. Beş çocuk doğurdu, dördünü büyüttü. Saymayı da bebelerinden öğrendi. Bir diye üstüne çiziktirilen sayıların ne büyük kalp ağrısı yaptığını… Ne zaman parmaklarını saymaya girişse, beşin tamamına gelince ölü doğan kuzusunu hatırlayıp telaşlanırdı. 

“Hah tamam, on bir.” diye söylenerek içerdeki mutfağa gitti. Sanki bir telefon çalıyordu arkadan, yetişti. Yeter ki toplantı huzurla devam etsin.

Herkes bir şeyler söyledi. Yurt dışından işçi getirelim, elemanlara haber salalım, dalavere şirketlerle çalışalım, mülteci kadınları sigortasız işe alalım, sigortayı en düşükten verelim, daha neler neler….

Nihayet elinde tepsisiyle çıkıp geldi Zeliha. Bardaklar yerli yerinde şimdi. Beşi masanın bir kenarına, beşi karşısına. En başa da bir tane yaldızlı bardak, Necip Bey’e. Burada son sözü o konuşur. Bardağın altında ikiye katlanmış minik bir not varsa da aldırmıyor Necip Bey. Onu hiçbir şey bölemez. Ambulans bölemez. Zeliha’nın notu bölemez. Bu masanın kahramanı o.

Ayla’nın yüzü düşüyor tekliflerden sonra.

“Teşekkürler Beyler, ama yasa dışı teklifler akıl alır gibi değil. İK sorumlusu olarak bunu nasıl onaylarım? Şirketin itibarını zedeler bu Necip Bey.”

Başka bir şey diyemedi Ayla, sustu. Zaten Necip Bey dinlemiyordu onu. Zeliha’nın üstüne diktiği bakışlarını görmediği gibi… Titreyen telefonu rahat vermiyordu ki. Hem kadınlar hep böyle duygusal mı konuşurdu? Sabah karısı da bir şeyler gevelemişti ağzında. Hemen ciddileşip toparladı kendini. İş yapıyorlardı bu masada, iş.

Zeliha’nın gözleri hedefe kilitli. Varsa yoksa toplantı masaları. Birinden diğerine koşturup dururken bir bir eksiliyordu hayatlar. İşte parmakları dolandı birbirine yine. Necip Bey kızsa da, varsın kızsın canım, dayanamayıp bölecek masada konuşulanları.

“Hanımınızı az önce geçen ambulansla hastaneye kaldırmışlar efendim. Yazdım kâğıda ama ne zaman bakacaksınız? Duramadım daha. Maalesef kadıncağız ve ufacık bebe, doğum masasında…” ağlıyor Zeliha. Yalnız kendi bebesine mi ağlıyor Necip Bey’e mi tam belli değil. “Çok üzgünüm Necip Bey. Hastaneden sizi bekliyorlar.” 

Necip Bey kalkamadı yerinden. Göğsünün üstüne mermerden bir yük çöktü. Buz gibi, soğuk, ağır… Onun oturduğu masaların bir kazananı bir kaybedeni olurdu hep. Altı üstü doğuracaktı eşi, hepsi bu. Bugün ne o kalkabildi masadan ne de eşi doğum masasından. Giden birin ne olduğunu iyi biliyor Zeliha. Milyonlarla oynayan Necip Bey “bir” kaç dünya eder, yeni öğreniyordu.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi