Sadece Deliler Mutludur

Sadece Deliler Mutludur

Hikaye: Feyza Yılmaz

Fotoğraf: Anastasia Shuraeva

 

Üç ses gelecekti arka arkaya. Tehditkâr, tok, gürültülü bir çan sesi. Bir kere başladı mı tekrar eden tanıdık bir silsile gibi hep üçüncüyü beklerdi ya zihin. Ben de bekledim. Tanrı’nın hakkı bile üçtü beşerî dilde, bugün değiştirecek değilim ya. Geleneğin eril varisi olsan bile Tanrı’yla kutsal ruh olmadan yarım kalırdın. Kaderdi bu. Hep bir eksiklik, hep bir bekleyiş. Adın Havva, Helen, Meryem ya da Hatice olsa tek başına var olurdun, anlatılmaya değer olmasan da… Ama şu babaların dini. İş olacağına hep olduğu gibi varsın isterdi. 

Bu defa üçüncüsü yarım kaldı yalnız. İki kere çaldı, sustu. Tam karşı caddede kıpırdamaksızın duran buzkandilli kilise de mi sorularımdan korktu nedir? Camın pervazında asılı kaldı gözlerim. Umulmadık bir boşluğa doğru akan zaman, hayretle beni olduğum yere geri getirdi. Şu ana mahkûm bir tutuklu gibi ayaklarımı sürüye sürüye turnikeye doğru ilerledim. Gireyim de şu iş bitsin artık.

“Bir saniye durun. Kimliğiniz lütfen?”

“Kimlik mi? Üyelik gerekiyorsa üye değilim.”

“Girişte kimliğinizi ödünç alıyoruz sadece. Özel Kelimeler Kütüphanesi kuralları gereği.”

“Buyurun.”

“Buradaki kelimeler çok özel. Hangi kelimeyi aradığınıza dikkat edin. Sözcükler bir anda sizinle birleşir, öykünüz oluverir…”

Konuşmaya devam ettiğini duyuyor, ama dinlemiyordum onu. Aklım ödevimdeydi. Üzerinde M harfi yazan koridorda kelimemi aramaya koyuldum. Her harf için ortalama bir reyon vardı. İp gibi uzundu hepsi. Bir başından girdi mi ötesinden çıkasıya kadar ağzındaki bisküviyi erite erite bitirirdin. Yükselen kan şekerinle hayal gücüne de can gelirdi. Düşünülmemişi düşünürdün nihayet.

Parmaklarımı ahşap rafların üzerinde gezdirdim. Babaannemin evi gibi eskiye kokuyordu burası. Gün görmüş, bilge, değerinin farkında olmayan, biraz da bakımsız. Epeydir ellenmemiş tozlarıyla pısırıklaşmış fikirler gibi önümdeydi her şey şimdi. Tüm cevaplar, m-u-…, burada…

Kalın ve boğuk patırtılar geliyordu derinlerden. Bir şeyler mi söylemeye çalışıyordu tahtalar bana? Çağ iletişim çağı. Ama böyle de konsantre olunmaz ki. Şu ödevi bitirsem de kurtulsam…

Zihnimi toplamaya çalıştım. İlerideki görevliyi ancak o zaman fark ettim. N koridorunun en üst rafına ağaçtan bir merdiven dayamış, kitapları dizmekle meşguldü. Tereddütler içinde debelenen sıradan bir öğrenci için fazla yüksekti raflar. Bu kadar şeyi bilip ne yapacağız bilmiyorum.

“Ne arıyorsunuz?”

“Hiç.”

Azıcık sessizlik, kendi kendime kalmışlık arıyorum ne olacak? Uzlaşamadığımız şey bölünmüşlük olduğunu bile bile parçalamaya devam ediyorduk her şeyi. Ülkeleri, kültürleri, insanı, zamanı… Kendi kendimize var olamadan üleştirmek istiyorduk ne varsa. Geçen finalde de aynı şeyi yapmamış mıydı denetmen? Dersten çıkınca vaktinin kıtlığından muztarip yüzüne bakmaz, ama sınavda bülbül kesilir. “Otuz dakika kaldı, on dakika kaldı, dikkatli olun, sorunuz varsa sorabilirsiniz…” Yok kardeşim yok, düşünemiyorum ki sorayım. Felsefe bu. Bir kendime bırak beni. Hem şapırdatma o şekeri ağzında, tatlı canın sıkılmayıversin, epi topu bir saat.

Bak, yine aynısı oldu gördün mü? Böldü beni şu adam. Az ötede dokunduğu -okudu mu bilmiyorum- nadide kitaplardan mı aldı bu hakkı? Ender olan her şey kutsaldı da kutsal olan her şey mübah olabilir miydi? Ama gömleğinin yakasına o kartı iğneleyince buralar onundu. Zat-ı halleri yüksek perdeden konuşur, başkaları notlarını azıcık mırıldanarak tekrar etse zebellah kesilip uyarırlardı. Dünyanın en ender kelime kütüphanesinde de olsanız insanın mayası buydu işte. 

“Duymadınız sanırım. Ne arıyorsunuz?”

İyice yaklaştı, rahat bırakmayacak belli ki. “Bulmak üzereyim, mutluluk…”

“Mutluluk bir kelimede bulunur mu hanımefendi?”

“Nasıl yani? Bir bulsam!”

“Burada ansiklopediler, romanlar, hikayeler yok, anlamıyor musunuz? Sadece kelimeler var. Sizin hikayenize göre açılır manası. Ve şansınız varsa, yeniden yazılır hikayeniz.” 

“Ben zaten hikayemi, şey, yani ödevimi yazdım. Yeni bir mana bulursam eklerim belki.”

“Yanılıyorsunuz, onu hala yaşıyorsunuz siz.”

“…”

“Yaşamadığınız şeyi bulamazsınız burada, boşuna aramayın.”

Bir kelimeye bakacaktım altı üstü, bir de sen çıktın başıma. Pür neşe olmadım hiç, doğru. Gene de mutsuz biri sayılmam ki ben. Hele birileri beni onayladığı, alkışladığı zaman keyfime diyecek yok. İlkokuldayken bir keresinde şiir okumuştum mesela. Mart soğuğu demeden dışardaydık hepimiz. Çanakkale hatırına İstiklal Marşı. On kıtası birden. Hem de bütün okulun önünde. Ne alkış kopmuştu. İçime sığmayan bağımsızlık mıydı beni mutlu eden, sevdiğim çocuğun önünde olmak mı? Ayıramıyorum. Hem mutluluk bıçak gibi ayrılmazdı ki. Geceyle gündüz gibi karışırdı o, şafak gibi doğardı insanın içine. Oysa mutsuzluk alacakaranlık gibi çöker, yavaş yavaş.

Aman, neyse ne. Neden teslime üç gün kala dert edindim ki zaten? Yazdıklarımla bir B alırım. Hem bir tek ben miydim bunca soruyu soran? Geçen gün kantinde gördüm bizim kızları. Çaylar, kahveler… Keyiflerine değecek yok. İnsanlar cevapları buldukları için mi mutluydular, aramaktan vazgeçtikleri için mi? Diğerleri… Ölünce, mesela babaannem gibi doksan yaşında göçünce -neresi olduğunu bilmediğin tarafa-, cevap bulmak için yeterince aramış sayılır mıydın?

Alınan haklar, verilen notlar, gasp edilen manalar… Ben de şu dar açılı üçgenin gönüllü bir köşesi olduğumu inkâr edebilir miydim? Ne var ki, beynime saplanan bu sivriliği çok nadiren hissediyordu kalbim. Bir gündüz düşünden uyandırır gibi şahlanıyordu duygularım o vakit. Hakeza ruhum, kendi heybetinden korkan bir köpek gibi dişleriyle daha derinleri yarıyor ve bu fasit daire böylece sürüp gidiyordu… 

Böyle zamanlarda kendi hükmünü bizzat yazan, sözüm ona aklı başında suçlulara meylederdim. Nitekim, asılsız suçların hakimleri misali kararımın gerekçesini kendim bile anlayamazdım. “Yaz kızım iki hafta önceki verilen ödevin hakkını veremeyerek teslim tarihine yirmi dört saat kala derdine düştüğün için finalden asla A alamayacak olmana rağmen köşeyi dönmeden evvel takındığın iyi hal nedeniyle tanırının rahmetinden medet umarak teptiğin şu yolları dikkate alarak sana belirsiz bir ümit vermekle birlikte orta yolda yaşayıp elde edebileceğin sıradan muvaffakiyetlerin senden bir adım daha uzaklaştırılmasına…” 

Hükmüm, kaotik mermerlerle döşeli bir yol gibi uzun ve kaygandı. Kendini allayıp pullayıp fazla beğenen. Oysa benim ödevim öyle mi? O kısacıktı. Ve hep bu basitlik zorlardı sınırlarımı.

“Mutluluk ne demektir? Etimolojik kökenler kullanabilirsiniz. Tamamen kendi fikriniz olsun.”

Yine de şu adam ağzını kapatsa cevabımı şimdiye bulurdum. Yani bir ihtimal. Bunun benim pürdikkat aramamla ne ilgisi olabilir? Önce çevresel faktörler sıfırlanmalı, sonra kendim, sonra ben. İşte, mutluluk kitabı… Kapağındaki kabartmalarıyla sonsuza uzanan dokunulmamış hazine gibi açılıyor. Kalp atışlarım ağzımda. Formül de var mıdır içinde? Henüz rast gelmediğim… Sözlüğü açtım. Nereden başlamalı? Koca kitap. Tam 40 dilde mutluluk ne demek, hepsini söylüyordu. Bildiğim dillerden gittim. Türkçe, İngilizce, biraz Latince ve İtalyanca.

Sayfaları çevirirken figürlerin hepsi birbirine karıştı. Bir üşüme sardı her yanımı ansızın. Terleyen ellerimi titreyen baldırlarıma sabitlemeye gücüm yetiyor, lakin dudaklarımın kıpırdamasına mâni olamıyordum.

“İlk gelişin mi?”

Kiminle konuşuyordum ben. İn cin mi üşüştü beynime, neme lazım.

“Yok. Yıllardır gelirim.” Durakladı. “Ama ilk kez yalnız geliyorum. Senin için.”

Dilimin saklandığı o karanlık oyuğun çelimsiz bekçisi dile gelmişti ne olacak! Basit bir ses yığını boşluğu bulmuş yankılanıyordu. Hafife aldım onu ve cesurca devam ettim.

“Benim ilk gelişim.”

“Nasıl buldun?”

“Güzel.”

“Eskiden çok daha güzeldi.”

“Öyle mi?”

“Bilmiyorum. İnsanlar hayatlarından, varlıklarından tatminken her şey çok güzel gelirdi.”

“Niye böyle dedin?”

“…”

“Ne arıyorsun peki?”

“Seni… Ödevim var.”

“Beni mi? Rica ederim güldürme. Bir ödev için kat ettiğin şu yolu kendi mutsuzluğun için yürüseydin buralara kadar gelmene gerek kalmazdı.”

Sesi kesildi kelimenin. Ben susunca o da sustu. Geldiği yere gerisingeri döndü. Baktım, kitapta her sözcük yerli yerindeydi. “Doyum veren her şeyle olan ilişki, bağ.” Onunla konuşmuş muydum gerçekten? Sorularıma cevap veriyor, üstelik bana benim ağzımla soru soruyordu.

Alelacele toplanıp dışarı attım kendimi. Bir müddet ara sokaklardan yürüdüm. Hava daha da bozmuş. Saate baktım, yediye geliyor. Yağmur bastırmadan eve gitmeli. Otobüs duraklarında bir keşmekeş, bir insan yığını. Zihnini çelecek milyon tane tezgâh. “Taze simit, Beşiktaş kalmasın, üç tanesi yüz lira, birine mi baktın abla, Karaköy sırası bu taraftan, bir yirmi lira atsan akşam yemeğim olurdu…” Birbirinin bekçisi gibi bağırıyor cümle alem. Alem içinde alem! Ne aradığını bilmiyor kimse. Salla çorbanın içine, kepçeye ne gelirse!

Yalnız pilavcı amca gülümsüyor karşıki köşede. Arabasına dayanmış, çıldırtıcı bir sakinlikle satıyor pilavını. Babaannemin sedirde bizi beklediği hafta sonlarını hatırlatıyor bana. Gelsek gelmesek de, bildiklerimizi bilse de bilmese de orada. Ya ben… Annemden, babamdan, okulumdan, kariyerimden, ödevlerimden, dostlarımdan arta kalan ben. Varlığımda yekpare bir vücudun tatminkâr çizgileri var mıydı? Yoksa dışardan görülüyor muydu kelimelerle kalbime bastırdığım karanlık? Karanlıktan, acıdan, sanrılardan deli gibi korkuyordum. Ama azıcık delirmezsem mutlu olmayacağımdan emindim artık. 

 

Hikaye: Feyza Yılmaz

..sınırlar hayal gücünün düşmanı sanırız, oysa sınırlardan başlar benim düşlerim.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi