Berber Sadakati
Hikaye- Meryem Samur
Fotoğraf- Hatice Yardım
İsrafil ikinci kez Sur’a üflemiş de bütün insanlık akıbetine yürüyor gibi bir akşamdı. İnsanlık, üfürülen boynuzdan çıkan birinci sesi duymuş, sonra duyduğunu unutmuştu. İşlerinden çıkmış evlerine giden bu insanlara, yaşam ile ölüm arasındaki bu ses, bir kıymık gibi saplanmıştı. Bu acelenin, bu telaşın başka bir açıklaması olamazdı. Yayalara yanan yeşil ışıkla birlikte mahşeri kalabalık yoluna devam etti. Bedenleri kalın giysilerle örtülü bu insanların ruhları anadan doğma çıplaktı. Hepsinin zihninde gezinen tilkilerin ortak bir derdi vardı. ‘Tüm bu yaşam mücadelesinin anlamı ne olabilir?’ sorusunu açık ara önde götüren bu dert; ‘Akşam ne yiyeceğiz?’ idi.
Kalabalığın arasına dikkatlice baktığınızda bakışlarındaki pejmürdelik adımlarına yansımış gri paltolu genci fark edebilirdiniz. Yürürken telaşlı kalabalığa uyum sağlayan bu gencin aslında acelesi olmadığı dudağındaki ıslıktan belliydi. Siyah saçları başına taktığı kasketten kurtulmak istercesine sağa sola savruluyordu. Ensesindeki saçlar uzamış fakat boynunu kapatacak yeterli uzunlukta olmadığı için, arkasından ona bakan biri bunu perişan bir görünüm olarak bulabilirdi. Gri paltolu genç adam, yaya geçidinin bağlandığı en sakin yola döndü. Sinanpaşa Camii’nin bahçesine vardığında musalla taşını görür görmez dudağındaki ıslık, Elham’a evrildi. Musalla taşı ona köyde geçirdiği yazları hatırlatıyordu. Yazları Kur’an öğrenmek için gittiği caminin bahçesinde top oynarken kale çizgisi yaptıkları musalla taşı. Bir gün caminin hocası hepsini toplayıp bu saygısızlıkları için dayak atmış böylelikle her musalla taşı gördüğünde, kendi ruhuna niyet, bir Fatiha okuma âdeti onda kalmıştı.
Beşiktaş’a daimi uğrayanların kullanacağı ara sokaklardan geçip Ihlamurdere caddesine çıktı. Yan yana dükkânların sıralandığı bu caddeyi seviyordu. Buradan yürümek eve varışını zaman dilimi olarak geciktirse de, yolunu uzatmak ona, avare kimselerin tasasız yürüyüşlerini anımsatıyordu. Burada yürüdüğünde geçim sıkıntısını unutuyordu. Yol, kulağına yalnızlığına dair güzellemeler fısıldıyordu. Hele koşa koşa yetiştiği vapur yolculukları… Üsküdar’dan aceleyle bindiği vapurda, denizle olan ilk karşılaşmasıyla, tüm telaşı buharlaşıyordu. En arkaya geçip, en kenardaki koltuğa oturuyordu. Dağıtılan çaydan parasıyla alıyor, o daha çayını bitirmeden vapur Beşiktaş’a varıyordu. İnce belli çay bardağında kalan birkaç yudum çayın vapura karışan kokusu, bitiremediği o çayı söylemekten vazgeçmemesine sebep olacak kadar rayihalıydı.
Çoğu Anadolu yakasında oturan iş arkadaşları, onun, Avrupa yakasında oturmak konusundaki ısrarına anlam veremiyorlardı. Taşınmama kararını anlamlı bulanlar ise, iş çıkışı Altunizade’den metrobüse binip daha kısa sürede Mecidiyeköy’deki evine ulaşabilecekken, sadece 5 dakika sürecek bir vapur yolculuğu için bunca eziyeti sürdürmesini anlamıyordu. Metrobüs ile gitmesi daha kolaydı. Fakat o, mutluluğun güzergâhının ‘kolay olanı seçmek’ ile kesişmediğini biliyordu. Caddede yürürken adımları telaşlanmaya başladı. Annesinin misafir şekerliğiyle oynarken düşürüp kırmış bir çocuk mahçupluğunda bakıyordu etrafına. Tarihi Aynalı Fırın’ı geçtikten sonra karşı kaldırıma geçmeliydi. Yolun sağ tarafında yürüme kudretini hala kendinde göremiyordu. Bir sene olacaktı doğrusu. Yine de atamıyordu şu mahcubiyeti üstünden.
Sevgilisini aldatmış da pişman olmuş bir delikanlının kesik soluması gibi yürüyordu şimdi. Eski berberinin önünden selam vermeden geçmek, ona hala suçlu hissettiriyordu. İstanbul’a üniversiteyi kazanıp gelmişti. Yurttu, okuldu, alışma evresiydi derken, saçı sakalı
birbirine karışmıştı. Yurttaki oda arkadaşının tavsiyesi üzerine gitmişti Berber Mahzun Abi’ye. Hoş sohbet adamdı Mahzun Abi. İsminin aksine pek de neşeliydi. Her gittiğinde kel bir berber oluşu ile ilgili espriler yapardı. Kahkaha attığı zaman, takma dişleri ağzından
fırlayacak gibi olur, minik bir el hareketi ile durumu toparlardı. Her berber gibi o da özeldi. Gri paltolu gencin geldiği küçük ilçede berber demek, sadakat demekti. Herkesin hayatında tek bir berberi olurdu. Büyük şehirlerde berber aldatmanın sıkıntı olmadığını duymuştu ama o küçük şehir insanıydı. 6 yıldır İstanbul’da yaşıyor olması bunu değiştirememişti. Yeni tıraşıyla eski berberine göründüğü gün duyduğu utanç, bütün bir ömür omuzlarına yük olarak kalacaktı.
Berber değiştirmek, zanaatkârın el işçiliğini beğenmemişsin gibi algılanırdı. Çoğu berber bunu hakaret olarak görür; o kişiyle ilişkisini keserdi. Fakat Berber Mahzun Abi böyle yapmamıştı. Gri paltolu genci, berberin karşı kaldırımda mücrim adımlarla yürürken görmüş, dışarı çıkmış, ufak bir el hareketi ile gülümseyerek selam vermişti. Selamındaki bu hoşgörü gri paltolu gencin daha da canını yakmıştı. Birkaç küfür duysa rahatlayacak, onu bırakmış olmanın kısasını yaşamış olacaktı. Gri paltolu genç Berber Mahzun’un tıraşından memnundu yalnız berber dükkânına gelen tipleri sevmiyordu. Tüm gün televizyonda Flash Tv’nin açık olduğu bu berber dükkânını katlanılmaz kılan o tipler. Gri paltolu gencin her tıraşa gidişinde bu insanlara rastlıyor olması tesadüf olmaktan çıkmıştı. Bu durumun tek bir açıklaması kalmıştı. Bu insanlar bu berber dükkânında ömrünü sürdürüyordu.
Sesleri borazan yutmuş gibi çıkan bu insanlar, büyük kelimeler kullanmayı seviyordu. Büyük kimselerin himayesinde olmak onlara küçüklüklerini unuttururdu. O yüzden illa bir yere yandaş olmaları; hallerinin gereğiydi. Başta bu insanlara aldırmadan Berber Mahzun Abi ile ettiği lakırtı yetiyordu gri paltolu gence. Fakat son gidişinde, ömürlerinde ellerine kalem kitap almamış bu tiplerin bu küçük berber dükkânında atıp tuttuğu siyasi laf kalabalıkları iyice canını sıkmıştı. Hayatta her şeye tahammül edebilmeyi bir şekilde başarmış gri paltolu genç adamın tahammül edemediği bir şey vardı, o da; ‘Gerçeğe Saygısızlık’ idi. Berber Mahzun Abi’nin içinde bulunduğu öğrenilmiş çaresizliğin onu da sardığı fark ettiğinde, karar verdi. Berberinin değiştirecekti.
İnsanın en çok vakit geçirdiği 5 kişinin toplamı olduğunu duymuştu. Bu yüzden kendi kişiliğini korumak adına aldığı bu kararı berberine anlatabilmesinin imkânı yoktu. O yine Üsküdar-Beşiktaş vapuru ile evine dönmekten vazgeçmeyecek, bitiremediği o çayı söyleyecek, caddenin kalabalığında kendi yalnızlığına sevinecek ve eski berberinin dükkânına yaklaştığında karşı kaldırıma mücrim adımlarla geçecekti.