İçimde Yangın Var Anne
Deneme: Esra Bal
Fotoğraf: Suzy Hazelwood
“Yatağıma uzanmıştım. İçimdeki inşirah ve ümit kırıntılarını büyüten hayallerle uymaktı niyetim. Fakat geçmek bilmeyen günlerin yorgunluğu hâlâ üzerimdeyken kalem ve kâğıttan başka ne derman olabilirdi bana? Kaç defa daha yazıp yazıp atacaktım o günü gözyaşlarımın denizine? Orada boğulup kalsın diye… Ama nafile… Ben büyürken acılar da yüzmeyi öğrenmiş.” Devam edemedi. Kalemi, kâğıdı bıraktı, düşüncelere daldı.
Ama fotoğraflar bilmiyordu yüzmeyi. Onlar ilk düştüklerinde boğulmuşlardı. Sonra bir kibrit çaktı. Boğulmaktan başka yanmayı da biliyorlardı. Zihninde birer birer yaktı hepsini.
“Bitti işte… Gözyaşlarında boğuldular, içindeki ateşte yandılar… Küllerini savurdun. Sende savruldun. Her bir parçan bir tarafta…” Kesik kesik yazdığı cümleler içini serinletmeye yetmiyordu.
Kurtulmalıydı bu hezeyandan. Fotoğrafları yakmakla geçer miydi hicran yarası? Hem nasıl kıyardı biriciğiyle çektirdiği o fotoğraflara, asla geri gelmeyecek o anılara? Fotoğraflar hâlâ elindeydi. Sadece zihninde yakabildi, acısı yine içinde gizli. Birkaç saniyelik bu düşünceden sonra yine sarıldı; önce fotoğraflara sonra tek yâreni kaleme, kâğıda.
“Daha ne kadar sürecek bu yangın? Bak, geçmişi yakamadın o yangında, acını da… Ama geleceğin islendi. Artık onu daha fazla karartma. Git içini yakanın yanına; beyazlar içinde uzan boylu boyunca. Saklasınlar seni de biriciğinin yanı başına.”
Yeterdi şimdi bu kadar yazmak. İçindeki küller savrulunca yangını daha bir alevlenmişti. Şimdi yatsın, bu yangın ciğerlerini dağlasındı tek isteği. Ne kadar da çok sever olmuştu kendine acı çektirmeyi ya da ne kadar çok sevdirmişti acıya kendisini. Bırakmıyordu bir türlü peşini… Şimdi uyumalıydı, yarın annesine gidecekti.
“Sabah oldu. Baktım kalem yine elimde, yastığım yine ıslak… Ey dur durak bilmeyen gözyaşım! Yeter artık, biraz dinlen. Çalma bugün kapımı. Sana verecek anılarım yok bugün. Beni benimle bırak. Beni biriciğimle baş başa bırak. Çek git. Terk et gözlerimi.”
Yine gözyaşlarını azarladı. Oysaki onlar içinden gelen çığlıkların yansımalarıydı.
Hazırlanmalıydı… Güzelce giyindi. Artık annesine gitsin, ona döksündü içini. Bir buket de çiçek yaptırdı. Geldi… İşte annesi karşıdaydı. Bugün de kimsecikler yoktu etrafta. Bayram değil, seyran değil. Niye gelsin ki insan mezarlığa. Dertleşecekleri kimseleri var demek ki onların yanında. Ama o biriciğinden başka kime anlatsın ki derdini? Eğildi toprağa. Buketi açtı. Özenle dizdi çiçekleri. Ne de çok severdi annesi papatyaları… Usulca:
“Anne! Sana geldim anne… Hadi kalk, hoş geldin kızım de. Dola kollarını boynuma. Sar beni sıcağınla.
Sesim ağlamaklı mı geldi? Yok, annem olur mu? Sana öyle gelmiş. Ağlamıyorum ben.
Babam şimdi seni görmeliydi anne. Papatyalar ne de yakıştı ellerine. Bak anne, senin aldığın kazak, hırkamı da sen örmüştün… Senin tokan da saçımda, hep onunla topluyorum artık saçlarımı.
Bana aldığın renkli kalemler süslüyor yazılarımı. Biliyor musun anne? Sen olsaydın renkleri hiç bozulmazdı yazdıklarımın.
Dün gelemedim diye merak etmişsindir şimdi. Gelemedim ama anne, aklım hep sendeydi… Ruhum da hep senin yanında. Uzatsalar beni de şu yanı başına… Kalsam yanında sana doya doya… Örtseler üzerimi mis kokulu toprağınla…
Sana “Anne” demeye, bana “kızım” deyişine doyamıyorum anne. Ama şimdi sesini duyamıyorum. Yalnızca eski yankılanıyor kulaklarımda…
Anne… Gitmeliyim. Babam eve gelir birazdan. Bizi sakın merak etme. Artık yemek yapabiliyorum seninkiler gibi olmasa da. Babamın pantolonlarını da ütülüyorum. Öğrendim tek çizgi yapmayı.
Seni seviyorum anne. Çoook! Sen benim biriciğimsin. Yarın görüşürüz. Allah’a ısmarladık canım annem.”
Adım atası yoktu, bıraksalardı da hep orda kalsaydı. Yeter ki annesiyle olsundu, her şeyini ona anlatsındı. Annesi bilsindi herkesten önce. Çünkü ağlarsa anası ağlardı, gerisi yalan ağlardı. Hayat bu sözü defalarca tecrübe ettirmişti ona.
İster istemez tutmuştu evin yolunu. Ama adımları duruyor derecesinde yavaştı. Kopamıyordu bir türlü annesinin başucundan.
“Gidiyorum anne… Yine ‘sensizliğin ikliminde’, ‘sensiz kalmış’ ama sen dolu dünyama gidiyorum. Bir avuç toprağının kokusunda uyuyorum geceleri içim ‘sen’ dolarak. Sabah yine ilk sana uyanıyorum. Öpüyorum seni doya doya ama içim yana yana… Bakıyorum, gözlerim yine ıslak… Yastığımda…”