Barış
Öykü: Esra Çetin
Fotoğraf:Andre Moura
“Başlıyoruz. İçeriden boya kasasını al da gel!”
İkinci günümdü. Parmaklarımı kıtlatarak, ‘’İçeri’’ diyerek kastettiği malzeme odasına girip içi boyalı kavanozlarla dolu olan kasayı aldım. Odanın kapısını dirseğimle kapatıp kasayı onun yanına, çalışma masasının önüne getirdim. Bir boyalara bir de masadaki tekneye baktım;
“Bu dün yaptığınızdan daha farklı görünüyor.”
“Evet,” diye cevap verdi. “Bu ebru sanatı. Önce suyun üstüne serpiyoruz renkleri, daha sonra kağıda geçiriyoruz.”
Önlüğünü askıdan aldı. Boynundan geçirdikten sonra masanın arkasına geçti. Ellerini sandalyenin üstüne atılmış olan havluya kuruladı. Dikkatlice kavanozların kapağını açtı ve yan yana masaya yerleştirdi. Hareketleri izlemek insanı hipnotize ediyordu. Yine büyük bir dikkatle kavanozların içine fırçaları yerleştirdi. “Daha önce hiç görmemiştim.” diye mırıldandım.
“Buralarda çok bilinen bir sanat değil.” diye fısıldadı. Sanki teknedeki suyu korkutmamak ister gibi bir hali vardı. “Tam olarak su sayılmaz ama,” dedi ve maviye batırdığı fırçayı parmağına hafifçe vurarak boyayı tekneye sıçrattı.
“Yine de ebru yaparken ruh haline dikkat etmen lazım. Sular ona yansıttığını sana geri yansıtır. Sinirliyken yaptığın ebruyla sakinken yaptığın bir olmaz.”
“Yani sanatçının nasıl hissettiğini ortaya çıkan resimde görebilir misin?” diye sordum merakla.
Aklıma daha önce suya güzel sözler söylenerek yapılan deneyler geldi. Su canlı mıydı ki?
Soruma “Bana sorarsan mümkün.” diye cevap verdi. Elle tutulmayan duyguların bir şekle bürünmesi çok ilgimi çekmişti. Görünmeyen hayaletin üstüne un döküp ortaya çıkartmak gibi bir şeydi bu. İnanması zor, buna rağmen düşüncesi hayret vericiydi. Şaşkın halim yüzüme yansımış olacak ki, mavi boyayı bırakıp eline sarı olanı alırken konuştu,
“Yaratılanı küçümsememek lazım. İnsan biraz başını kaldırıp etrafına bakabilse neler görür. Şimdi dikkatle izle…” Adım gibi emindim teknedeki suyun yeşile döneceğinden. Maviyi sıçrattığı gibi sarıya batırılmış fırçayı da parmağına vurup damlacıkların suya dağılmasına izin verdi. Sarı damlacıklar yavaş yavaş yayılarak suyun üzerinde küçük daireler oluşturdular. Beklediğimin aksine karışmadılar. Artık suda mavi ve sarı damlacıklar hareket ediyor, karışmak yerine birbirlerine yer açıp şekil değiştiriyordu.
“Karışmadılar.” dedim kendi kendime. Cevap vermedi. Bana ses etme ve izle dermiş gibiydi, ben de buna uydum. Sırayla bambaşka boyalar damlatıldı tekneye. Bir mor benekler oluştu suda, bir kırmızı… İnsanın izledikçe izleyesi geliyordu. Sanki sonu olmayan bir kağıda resim yapar gibi. Hakikaten var mıydı suya resim yapmanın sonu? Fırçalar ve daha önce görmediğim çubuklar bir vinç gibi önce boyaya dalıyor, taşıdığı renkleri suya bırakıyordu. Teknedeki renkler hiç gocunmadan yeni renkleri, yeni damlacıkları kabul ediyor ve teknenin içine yeni bir şehir, yeni bir dünya inşa ediyorlardı.
Yeni bir dünya inşa ediyorlardı. Hem de birbirlerini kucaklayarak…
Kendini tekrarladı, “Yaratılanı küçümsememek lazım.” kelimeler ağzından dökülmeye devam etti.
“Her bir rengin bir milleti temsil ettiğini varsay. Birbirlerine saygı duyuyorlar. Saygı olmadan güzellik olmaz… Renkler karışıp çirkin, düzensiz bir görüntü ortaya çıkarmak yerine boşlukları dolduruyorlar. Ve üstüne kağıdı koyduğumuz zaman…” dedi ve masanın altından çıkardığı, aynı tekne büyüklüğünde olan kağıdı sakince suyun üstüne yerleştirdi.
Eseri beklerken heyecanla coştu tabiat. Camın önünden hızla bir kuş geçti, rüzgar dallardaki yaprakları sallayıverdi, güneş bile vurdu ikindi ışıklarını atölyenin duvarına. Tekneye çevirdim bakışlarımı yeniden, kağıdı bir kenarına hafifçe değdirerek kaldırıyordu.
“Gördün mü? Ortaya bu çıkıyor. Elimde tuttuğum sadece bir resim değil, bir hikaye… İnsanlığa bir mesaj…”
Öykü: Esra Çetin