Pasaport

Pasaport

Hikaye- Esra Çetin

 

Yaz günleri. Her gün en az bir kere yenen karpuz, birden çoğalan sinekler, gece gezmeleri, ağustos böcekleri, buzdolabındaki şişeler, bitmiş dondurma kabı, öğle vakti çekilen perdeler,  çayda taş sektirme, ara sıra karpuz dışında beliren kiraz ve üzüm, asmanın altındaki sigara kokusu, kırkılan koyunlar, plastik sandalyelerde gerinen kediler, daha çok böcek, ayağından kayan terlik ve televizyonda yeni programlar. Sadece yeni programlar değil, anlaşılan giderek artan yeni haberler…

Taş topluyordu bir gün ormanın denize açılan nehirle buluştuğu kısımda. Evden pek uzak sayılmazdı. On dakika boyunca baştan sona aradığı su kıyısında sadece iki düz taş bulabildi. Yemeğe yardım etmek için geri döndü. Ninesi taze fasulyelerin başlarını kesiyordu. “Benim diziyi bulsana kızım!” diye seslendi ninesi. Gazeteye sardığı taşları odasına bıraktıktan sonra kumandayla doğru kanalı bulmaya çalıştı. Diziyi ararken sürekli izledikleri haber kanallarından birinde durdu. Haberde anlatılan küçük köy dikkatini çekmişti.

“Nine, aynı aşağı sahile benzemiyor mu burası?

Ninesi gözlerini büyütüp ekrana baktı, “Ne diyorlar?”
“Kıyıya bot vurmuş.”
“Her gün aynı haber!”

Bir süre ikisi de konuşmadı. Dizinin olduğu kanalı açtıktan sonra odasına girip topladığı taşları nasıl boyayacağını düşünmeye başladı. Dedesi gelip de üçü yemeğe oturana kadar boyama işini bitirmişti. Yemekte yaptıklarını gösterdi,
“Taş toplayıp boyadım bugün. Bahçe merdiveninin kenarına koyayım mı?”

“Ne güzel olmuş bunlar!” dedi ninesi. Dedesiyse isterse birkaç tane daha yapıp tatilden sonra eve hediye olarak götürebileceğini söyledi. Fikir aklına yatmıştı. Zaten evdekilere götürecek bir şey arıyordum diye mırıldanarak balkona çıktı. Sıcak balkon fayanslarına basar basmaz ayaklarının tabanı yanmaya başlamıştı. Bir köşeye atılmış bir terliğin üstüne çıktı. Güneş ışıkları mermerlere yansıyordu. Raflarda içi dolu kavanozlar, çamaşır telinde sıcaktan kaskatı kurumuş iki temizlik bezi, ara sıra saksıların üstünden uçan bir arı ve sigara tablasının üstünde bir sinek. Çıt çıkmıyor diye düşündü. Balkon demirlerine yaslanıp nehrin kıyısını görmeye çalıştı. Siyah demir kollarını yaktı. Biraz daha durursa tamamen yanacaktı. Yeniden içeri girdi.

Ertesi gün kahvaltıdan sonra kendini nehre götüren ağaçlı yolda buldu. Bir elinde beğendiği taşları toplamak için bir kova, diğerinde bir paket bisküvi vardı. Yolu takip ettikçe daha güzel taşlar çıktı önüne. Ağaçlar yavaş yavaş ormana dönmeye başlamıştı. Mahalleden tamamen uzaklaşmış, arabaların seslerini duyamaz olmuştu. Yürürken plastik terliği ayağından kayıyordu. Ağaçların içinde nem yüzünden nefes almak zorlaşmıştı. Bir süre su kenarında vakit geçirdi. Zamanın düşündüğünden daha hızlı geçtiğini, kovasının ipi ağırlığı yüzünden avucunu acıtmaya başlayınca anladı. Yavaş yavaş geri dönmesi gerekiyordu. Eğilmekten sırtı ağrımıştı. Boynunu esnetmek için başını havaya kaldırdı. Tam o sırada yaprakların açtığı boşluktan yüzüne damlayan bir yağmur damlasını hissetti. Kararmış gökyüzü fırtınanın yakın olduğunu söylüyordu. Geri dönmeye yeltenirken damlalar çoğaldı ve yağmur birden bastırdı.

“Aptal ıslatan yağmuru.” diye mırıldandı. Ninesi hep öyle söylerdi.

Yaprakları sık bir ağacın altında beklemeye başladı ama içinden bir ses yanlış yerde beklediğini söylüyordu. Ya şimşek çaksaydı birden? Büyük ağaçlar yıldırımı çekerdi. Gökyüzünden gelen yüksek sesle birden yerinden fırladı. Suyun kenarına koşmaya başladı.
Kalbi çok hızlı çarpıyordu. Ağlamak üzereydi. Sesler yükseldi, daha da yükseldi ve beyninin içinde yankılanmaya başladı. Tam tepesinden
geliyordu. Şiddetli yağmura rağmen kafasını kaldırdı. Ağaçlığın sarsılmasına sebep olan şey bir helikopterdi. Ne yapacağını bilemedi. Sınıra yakın olduğunu biliyordu ama bir helikopteri ilk defa bu kadar yakından görüyordu. Olduğu yere çömelip sesin uzaklaşmasını beklemeye karar vermişti. Ancak birkaç ağaç öteden gelen insan sesleriyle bunun kötü bir fikir olduğuna karar verdi. Kulakları patlatan helikopter sesine bağırışlar ve çığlıklar da eklenmişti. Korkudan taş kovasını ve bisküviyi elinden fırlatarak koşmaya başladı. Plastik terliklerinden birini koşarken çamura gömüldüğü için arkasında bıraktı. Nefes nefeseydi. Korkunç gürültü arkasında kalıp iyice azalana kadar koştu. Yağmur yüzünden kıyafetleri ağırlaşmıştı. Köyün girişindeki tabelayı görünce rahat bir nefes aldı ve yere yığılmamak için yürümeye başladı. Evinin merdivenlerine geldiğinde tek ayağında kalmış olan terliği çıkarıp ayakkabılığın altına sakladı. Ninesini endişelendirmek istemediği için bunun çaresine sonra bakacaktı. İçeri girdiği gibi kendini banyoya atıp ıslak kıyafetlerinden kurtuldu.
Oturma odasına geçtiğinde evdekilerin uyuduğunu gördü. Televizyonun sesini tamamen kısıp düzenli olarak izledikleri haber kanalını açtı. Televizyonda aşağı sahili görünce afalladı. Dakikalar önce gördüğü helikopter, şişme bot, askerler, “Göçmen krizi”, suyun üzerinden bir
drone çekimi, can kayıplarının sayısı, “Birleşmiş Milletler’in engellemeye çalıştıkları”, dikenli teller, beyaz kamyonetin içinde insanlar, sırtları dönük, “İnsan kaçakçılarına havadan müdahale”, çamura saplanmış sırt çantası ve… Taş topladığı plastik kovası? Televizyonu kapattı. O günün sabahında duyduğu çığlıkları unutmasına imkan yoktu. Kararını gözden geçirmek için sessizce mutfağa gitti. Buzdolabından çıkardığı sürahiden bir bardak su içti. İçindeki huzursuzluk yağmurun durmasını beklerken giderek artıyordu. Yaklaşık yarım saat sonra kendisini ninesine ait olan bir çift terlikle orman yoluna giderken buldu. Havada toprak kokusu ve tüyler ürpertici bir sessizlik vardı. Sabah altında beklediği büyük ağaca kadar yürüdü. Suyun kenarına yaklaştığında önce etrafı kolaçan etti. Sonra ıslak kovasının içindeki suyu boşaltıp kaybettiği taşları toplamaya başladı. Üstünde atamadığı bir izlenme hissi vardı. Sık sık kafasını kaldırıp sık çalılara bakıyordu. Soluna doğru bir bakış attığında ağacın dalına takılmış bir atkı gördü.
“Bunun, sabah burada olmadığından eminim. Ayrıca bu sıcakta ne atkısı?” diye mırıldanarak atkıya doğru yürüdü. Yaklaştığında, bir atkıdan ziyade siyah bir şala benzediğini fark etti. Yakınlarda kimsenin olmadığına emin olduğundan taş toplamaya geri döndü. Tesadüfen sudan garip bir koku geldiğinde ve yine tesadüfen kafasını kaldırıp sağ tarafına baktığında dalgaların kıyıya itmekte olduğu turuncu şeyi gördü.
“Bir can yeleği.”

Çömeldiği yerden kalkıp etrafına baktığında gördüğü siyah çöp poşetleri, çamura batmış ayakkabılar ve kıyıya vurmuş küçük bordo bir kitapçık, tüylerinin ürpermesine sebep olmuştu.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi