Binbir Gece Şiirleri

Binbir Gece Şiirleri

Kitaplık: İsmail Kaynar

Fotoğraf: Ali Karimibn

 

1.Gece
Şehrazat çok sakindi. Kelimelerin üstüne basa basa, tane tane konuşuyordu. Sesine duygu
tonunu verirken son derece profesyoneldi. Gülenle gülüyor, ağlayanla ağlıyor, öfkeliyle
birlikte kızıyor, şaşkınla birlikte şaşırıyordu. Engin denizlerde fırtınalarla boğuşan gemilerin maceralarını anlatıyordu bir yandan, diğer yandan ise göz ucuyla muhatabının duygusal hal değişimini gözlüyordu. Çünkü tehlikeli bir yola girmişti, bu yolun sonunda hayatından olma ihtimali de vardı. Bu yüzden hiç acele etmeden, bir plan dâhilinde, anlatacağı masalın merak
uyandırmasını bekleyecekti. Ve sonunu mutlaka bir şiirle bağlamaya karar vermişti çünkü şiir insanın kalbini yumuşatır, insana yön belirler, hatta insanı insan ederdi. Macerayı en heyecanlı yerinde kesip ilk günün şiirini okumaya başladığında, muhatabı bunu hiç yadırgamadı ve gözlerini kapatıp Şehrazat'ın ipeksi sesinden dökülen mısraları huzur içinde
dinlemeye koyuldu:

her ses yanlış bir ata binmiş
her koşunun göğsünde hırçın sürülmüş ırmaklar var
kuğuların güllerin otların arasında
sükun etmiş karınca sürüleri
buğday tarlalarında sararmış mevsimler var
ağzımda eksik bir meselin unutulmuş türküsü

 

3.Gece
Şehrazat artık küçük heyecanlarını yenmiş, daha büyük bir özgüven ve rahatlıkla anlatıyordu
hikâyelerini. İnsanın insanda kayboluşunu, yine insanın başka bir insanda kendini buluşunu
tahkiye ediyordu. Menzile varmak için çekilen çileleri anlatırken yüzünde acının izlerini
taşıyor, buna rağmen huzuru da hissediyordu. Fakat en çok hissettiği bu insanlara çile
çektirenlere duyduğu öfkeydi. Bir muska gibi boynunda taşıdığı sınırsız, amansız, zamansız,
devasa bir öfke… Bugünün şiirini bu öfkeyle mühürledi nihayet.

 

öyle zerre-i miskal değil de sanki evvel-i âlem imiş bu öfke
tutturmuşuz göğsümüze sedef muska sanırsın
söksek ne onarsak kimin ömründe hangi dileğe değecek
görmek mi imkansız gözün menzilinde mi değil
bak kaybolmuş inleyen bir kelamda ağlayan benim

 

20.Gece
Bu böyle sürüp gidecekti anlaşılan. Ama nereye kadar süreceğini ve nasıl sonlanacağını
kestiremiyordu Şehrazat. Bittiğinde belki yaşamın ona sunduğu bu taht, bu sedirler, bu sınırsız

gibi gelen ikramlar son bulacak ve kendinden öncekilerin akıbetiyle bu hayata veda edecekti.
Belki de bütün bu süregelen iltifat daha da artacak ve de sonsuza kadar mutlu bir hayat
yaşayacaktı. Tıpkı kendi masallarının sonları gibi… Tıpkı Süleyman tahtının ikramları gibi…

 

öyle sulardan bahset ki tek bir dağ ona kıyı olmasın
ister soylu büyük burçların ardında koca sedirler gibi sultanlar olsun
orduları izzet silahları irfan olsun
sen bana büyük yenilgiler anlat
öyle yenilgiler ki kurşun döksen tasına nefsin gözünde gül olsun
öyle sözler öyle mevsimlerle gel ki her söz bir ikram
her mevsim taht-ı süleyman’da suya inmiş irfan olsun

 

33.Gece

Burada, otuz üçüncü gecenin otuz üçüncü şehrinde, bilmediği bir şeyler var Şehrazat’ın.
Bütün tutukluğu bu yüzden. Donup kalması bu sebeple. Yeni bir masala başlayamaması hep
bundan. Dili lal, gözleri şehla, kulakları duymaz. Burada bitecek galiba diyor içinden, burada,
bu hiç görmediğim otuz üçüncü şehirde beni kendine çeken sihirli ve zehirli arzunun
pençesinde aç susuz kalmaya mahkûm olacağım galiba diyor. Aradığı kelimeyi bulmak için el
yordamıyla çevresini kolaçan ediyor. Bir kelime, sadece tek bir kelime bu kilidi çözecek ve
bu ahraz hali sona erecek. Tutukluğunu muhatabına fark ettirmeden aradığı kelimeyi, bütün
kilitleri açan efsunlu kelimeyi buluyor: Aşk… Ve onun açtığı yolda yeni ve taptaze kelimeler
hücum ediyor diline. Bir sebilden akar gibi dağarcığına doluyor zemzem misali kelimeler. Peş
peşe ekleyip hepsini, kurumaya yüz tutmuş umudu yeşertiyor…

 

bak burada
bu kıvrılıp vadiye akan yolda
tepenin ardında fokurdayıp kaybolan efsunlu suda
demlenip duran akşamın kara giyinmiş soluğunda
yitip giden bir arzu var
ahh ki gecikmiş bir sebildi ömrüm
her geçen içti de bir sen kavrulmuş çöl kaldın yanında

 

49.Gece

Aşkı biraz daha deşti Şehrazat. Biraz daha kanattı. Yaraların kabuk bağlamasına müsaade
etmeden üst üste sapladı buzdan kılıçlarını.* Aşkın sırça köşkünü** taşladı, fildişi
kulesinin*** altını oydu, damar damar yol açtı burçların altında. Ama yıkmadı, yıkamadı bu
muhkem kaleyi. Sonunda onu tamir etmek üzere sözcüklerden sırlı tuğlalar icat etti. Bütün
masallarını külçe külçe altına dönüşen bu mutlu tuğlalarla yeniden ördü. Sedef kakmalı yüce
bir kapı taktı girişe ve kapının üstüne gümüşten bir levha çaktı. Şöyle yazıyordu levhada:

 

“Aşk ateşiyle yanmayan giremez.”

ruhumun defteri yoktur ona söz dökeyim
geciktiğim bütün kalplerin ahı var üstümde
omuzlarım günah kantarı göğüm kasvet suretidir
kusurdan bir kuleyim şimdi
külçe külçe yıkılsam dirhem eksilmez yalnızlığımdan
kederle katlanırım üstüm başım kan yaralarım aşktandır
dokunsalar yanarım yansam dokunmaya varmazlar

 

65.Gece
Şehrazat, ah Şehrazat! Sen sevgili sen can sen yarsın.**** Sen, dağ gölleri gibi hasret
çektiğimsin.***** Sen, başka bir dilin başka renkte açan gülüsün. Sen, rüzgârı bile küllerine
âşık eden bin renkli Anka kuşusun. Yüce dağların doruklarındaki kar sensin. Karanlığın
ortasında el yordamıyla aradığım ışık sensin. Mutlu gönüllerin şölenisin, hüzünlü ruhların
neşesisin, küskün yüzlerin sevinci, kırkın kalplerin tesellisi, yaslı gözlerin nurusun. Heybetli
bir dağa bakar gibi bakmalı sana, nihavent bir şarkıyı dinler gibi dinlemeli seni, narin bir
papatyaya dokunan ellerinden öpmeli, bir vatanı sever gibi sevmeli seni. Bir vatanı ki cenge
cenk demenin suç olduğu… Bir vatan ki iki dili aynı anda bilmenin kusur olduğu… Bir vatan
ki olurların olmadığı olmazların olduğu… Senin anlattığın masallardaki gibi bir vatan…

 

oysa cenge cenk demenin bile suç olduğu
kimi ölülerin gül kiminin puç olduğu
aynı dağ için güyya aynı vatan için solduğu
kusurlar var bu göğün altında tanımsız tuhaflıklar
şimdi hangi dili sevsem ötekinden kovuluyorum

 

324.Gece

Alıştı Şehrazat, bir yıla yaklaştı anlattığı masalların süresi. Her gece bir heyecanla başlayıp
başka bir heyecanla bitiriyordu. Muhatabı, merakın doruklarındayken gecenin sonlandığını
Şehrazat’ın şiire başlamasından anlıyordu. Ve bu şiir, uykusuz geçen gecenin sabahında bir
mühür daha vuruyordu kalbine, aşktan bir mühür. Daha çok bağlanıyordu böylece. Daha çok
alışıyor ve daha çok istiyordu akşam olmasını. Çocuk sevinciyle Şehrazat’ın karşısına
geçtiğinde onun sesi içindeki ateşe kar yağdırıyordu.

 

sen üşürsen benim üstüme kar yağar
temmuz’un ocak’tan ne farkı var
senin ateşin çıksa benim içimde ormanlar yanar
bilirsin gözlerin nemlense benim göğsümde bulutlar kanar

 

838.Gece
Bitiyor. Zamanla her şeyin bittiği gibi söz de tükeniyor bir yerde. Şehrazat’ın da sözleri
bitmek üzere ama bunu dert etmiyor hiç. Ölümsüzlüğü değil ama ölmemeyi garantilemiş
olmanın hazzıyla anlatıyor şimdi. Sözleri bir çınar gibi kök salmış muhatabının kalbine, bunu
hissediyor ve bunu bilerek seçiyor söyleyeceklerini. Ömrünün bakiyesini öfkeyle değil huzur
içinde geçireceğini bilerek…

 

bu öfke ömrün bakiyesidir
öyle son hamlede yarım kalmış bir devrim
durup dururken kurumuş bir ırmak sanki
kederli çınarlar giyinmiş toprağın alnında

 

Son Gece
Ve bitti. Şehrazat son masalını anlattı. Son şiirini okudu. Son sabahın ilk ışıklarıyla kalbi de
ruhu da sonsuz bir huzura erdi. Kendi sonunu merak etmiyordu hiç, artık kesin biliyordu.
Kendi masallarının sonu gibi bitirecekti kendi öyküsünü de: Ve Şehrazat sonsuza kadar mutlu
yaşadı…

 

Dün Gece
Ama bitmedi. Benim binbir gecem bitmedi. Benim binbir şiirim bitmedi. Çünkü şiir bitmez.
Her şiir aslında yenisine gebedir ve kendi benzerini doğurur. Bu yüzden Şehrazat bu gece
rüyamda bana da şiirler fısıldadı.

 

Aşk ile sahip çıktığım bu çöl cehennemimdir dedi heybetle,

ama olmadı yeltendim hayata içimde uzun menziller vardı dedi hayretle,
içime giyindiğim bu adam taştan eskidir dedi bilgece,
durup dururken içimde seni açan baharı buldum dedi mahcup,
oysa burası isyanın bile anavatanıdır biliyorum dedi gizlice,
beni ben eden bu kuyuda neler var bilsen dedi sinsice,
ne zaman adın geçse içimden sular akar dedi itiraf ederek,
koynumda intihardan daha ağrılı bir takvim var dedi içi bulanarak, huzursuz olarak,
utanarak.

Devamını sen getir diyerek gitti sonra. Şiirlerinin sonuna bir sonsuz işareti koyduğunu
gördüm gitmeden evvel. Ve yeniden anladım, şiir bitmez, çünkü onu okuyan içinde yaşatır
şiiri.

 

Bu Gece
Bu gece benim şiir gecem. İkinci defa elime alıp bitirdiğim kitabın sonunda kendimi –
yukarıda bahsettiğim şekilde – Şehrazat’tan şiir dinlemiş gibi hissettim. Çünkü kitabın her
şiirinde, hatta her dizesinde farklı hislere yelken açtım. Aşkı, özlemi, sevinci, hüznü, öfkeyi,
heyecanı, nefreti, tutkuyu, hırsı, yenilgiyi, kederi, mutluluğu, kısaca her duyguyu hissettim.
Çünkü şiirleri sahiplendim. Hani Borges diyor ya: “Şiir yayımlandığında artık o, şaire ait
değildir, okuyucuya aittir.” Öyleyse sayın Mehmet Altun hiç kusura bakmasın, Misk-i Amber
kitabındaki şiirleri ben sahiplendim, sarıp sarmaladım, kucakladım, bağrıma bastım, çeyrek
yüzyıldır kanayan yaralarıma merhem diye sürdüm. Böylece bu şiirler hem bir mızrak olup
bedenimde onulmaz yaralar açtılar, hem de bir tiryak gibi derdime derman oldular. Gerçek şiir
böyle bir şey galiba, sadece hislendirmiyor, aynı zamanda sizi o duygunun içinde yaşatıyor.
Mehmet Altun; arkeolag, gazeteci, sosyal bilimci, yayın danışmanı, editör. Bunların hepsinde
çok başarılı olduğuna eminim çünkü o aynı zamanda çok iyi bir şair. Şiirleri yirmiden fazla
dile çevrilmiş, ulusal ve uluslararası pek çok ödül almış. Bu ödüllerin sonuncusunu da Misk-i
Amber kitabıyla kazanmış. 2023 yılı Vedat Türkali Edebiyat Ödülleri’nde en iyi şiir kitabı
ödülü. Ama böyle bir ödül verilmeseydi bu şiirler kıymetinden bir şey kaybetmezdi. Çünkü
her biri pırlanta mahiyetinde mısralardan oluşan bir hazine bu kitap. Keşfedilmeyi bekleyen
büyük bir hazine. Sizler bu kitabı nereden temin edebilirim diye araştırmaya giderken ben de
sözlerimi kitabın son şiirinin son dizesiyle bitireyim:
ve senin gözlerin hala evrenin merkezi.

 

*Latife Tekin’e selametle.
**Sabahattin Ali’ye hürmetle.

***Cemil Meriç’e saygıyla.
****Sezai Karakoç’a rahmetle.
*****Sezen Aksu’ya sevgiyle.

Denizi olan şehirde yaşamayı çok istedi, nasibine adında deniz olan şehir düştü. Bu hasreti hep dile getirdi. Mesela şu: "denizleri içtim lavlarım aktı nehirlerce"

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi