Karıncalanma

Karıncalanma

yazı- Gülizar Baki

Tutunamıyorum…

Düşüyorum çıktığım derme çatma duvarlardan ve o panikle bir şeylerden tutunmaya çalışıyorum. Elimi attığım her şey ya kopuyor ya da elimden kayıyor, tutamıyorum. 

Geceleri bir yerlere tutunamayan ellerimin karıncalanmasıyla uyanıyorum. 

Tutunamıyorum hayata. Sonu olmayan bir çukura düşüyorum sanki… Kendi içime, çukuruma doğru…

Rüyalarımda böyle tutunamamamın sebebi ne ola ki! Bilim insanları, özellikle Freud amca bilinçaltının yansımasıdır diyor rüyalara. Hep düşmek ve tutunamamak acaba gerçekte neyin karşılığı? Bunu düşünmeye başlamıştım. Çünkü gerçekten her sabah karıncalanmış, uyuşmuş ellerle uyanıyordum. Bir süre ellerimi kullanamıyordum. Üstelik çözümü bende, biliyorum. Psikolojimi düzeltmeliyim. Ama nasıl? 

“Yürüyüşe çıkalım mı?” diyor, aynı zamanda komşum olan arkadaşım. İyi olur tabi ki, psikolojimi düzeltmeliyim zaten. 

Eskiden kömür ocağı, şimdi dünyaca ünlü bir müze ve sergi mekanı olan yere gidelim diyor. Eve yakın. Hem devasa ve bakımlı bir bahçesi var, sanat eserleriyle dolu. Orada dolaşırmışız. İyi fikir. Birkaç kez gitmiştim müzeye. Enteresan sergiler oluyor. Ama bahçesini görmemiştim. Epey popüler bir yürüyüş mekanıymış burası. Bir sürü yürüyüşe çıkmış insan var, bizim gibi. Çoğu yaşlı. Buralarda yaşlılar mutlaka spor yapıyor. Acaba o yüzden mi uzun yaşıyorlar.   

“Biliyor musun, babam buradan emekli.” diyor arkadaşım. Çıkıyorum iç dünyamdan bu sözüyle. İleride devasa siyah bir taş var. Onu gösteriyor: “Bunu işte madenden çıkarmışlar. Şimdi burada sergileniyor.” Bazı yerlerde tren rayları ve üzerinde siyah vagonlar var. Devasa demirden binayı gösteriyor, “Kömürler buraya böyle vagonlarla getirilirmiş. İçeride parçalanır, yıkanır sonra dağıtılırmış. Almanya’ya işçi olarak gelenlerin büyük çoğunluğu bu ağır işlerde çalışmış. Çoğu da bu sebepten yaşlılığını hastalıklarla geçirmiş. Çok da yaşamamışlar, babam gibi. Ama çok para kazanmışlar. Abimler, biz, işte babam sayesinde bugünlere geldik.” 60’lara, 70’lere gidiyor zihnim. Buralar bu kadar yeşillikli değildir herhalde. “Havası çok kirliymiş.” dedi. “Gri ve puslu, yağmurlu. Fabrikaların bacalarından çıkan gri kirli dumanlar şehri kaplarmış.” Evet, görmüştüm müzenin duvarlarındaki fotoğraflarda. Siyah-beyaz ve puslu. O günlerden. “Ama her yeri yeşillendirmeye o zamanlardan başlamışlar. Şimdi onun nimetleri bunlar.” dedi. “Bu nimetler için kaç gariban köylü Türk işçisi ömür çürüttü şuralarda?” diye düşündüm.

“Sahi baban neden ailesini getirmemiş buralara?” diye sordum. “İstememiş.” dedi. Bu çileyi çocukları çeksin istememiş. Ama gezmeye getirmiş onları. Yaşadığı ülkeyi görsünler, güzelliklerini öğrensinler diye. Bir tek en küçük kızını yani arkadaşımı getirmiş, okutmak için. İşte o yüzden buradaymış. Abisi şimdi Kırşehir’de çiftçi. Hatırı sayılır bir üreticiymiş. Sonra öyle bir şey anlattı ki… Sabahattin Ali öyküsünün içinde çaresizlikle kalmış gibi oldum. Şimdi düşünüyorum da, tabi ki o rüyaları görürüm. Nasıl görmeyim, buyurun sizi de o öykünün içine alayım. Bakalım siz tutunabilecek misiniz!

Bozkırın çilesi!  

Arkadaşımın abisi, babasını ziyaretleri sırasında Almanya’da gördüklerinden çok etkilenmiş. Kendi köyünde de uygulamaya çalışmış hep. Damlama sulama, yeşillendirme, son teknolojiyi kullanma gibi. Bulunduğu beldede hatırı sayılır çiftçilerden olmuş. Mülki amirler, beldeye gelen Ankaralı büyükler onun yanına uğramadan geçmezlermiş. Geçen seçimlerde köylüler muhtarlık teklifinde bulunmuşlar. Hoşuna gitmiş bu teklif. Zaten projeleri varmış abisinin, hayalleri… Akasya ağaçlarını göstererek, “Mesela ilçeden köye gelen yola, sağlı sollu akasya ağaçları dikmeyi çok isterdi. Hani Almanya’da caddelerde olur ya ağaçlar, öyle…” dedi. Bilirsiniz, bahar da mis gibi kokar çiçekleri. İstanbul’da oturduğum mahallede de vardı. Mest ederdi kokusu, güzelliği. Sonra okul inşaatı yüzünden kestiler. Halbuki okul bahçesinde kalsaydı, çocuklar altında teneffüs yapsaydı ne güzel olurdu. Ama kestiler işte. Neyse, arkadaşımın abisi projeyi hazırlayıp Ankara’ya gitmiş, kabul ettirmiş, devlet bütçe çıkarmış. Büyük bir heyecanla, fidanlar dikilmiş. Sulanmış.  

Bilenler bilir, Kırşehir bozkırdır. Uçsuz bucaksız… Bozkırda, bir su kenarlarında bir de köy içlerinde tek tük ağaçlar olur. İlçeden köye doğru gelen yokuş yolun akasyalarla kaplı olduğunu düşünmek bile insanin gönlünü ferahlatıyor. 

Gerçi eskiden üzüm bağları da varmış oralarda. Ama nedenini arkadaşım da bilmiyor, sökülmüş o güzelim bağlar.

Neyse konuyu fazla uzatmayalım, epey oldu yürüdük, ben de yoruldum zaten. “O ağaçlar şimdi büyüdü mü?” diye sordum. Kısa bir süre sonra ağaçlar sökülmüş, bozkırda bir yere atılmış halde bulunmuş. “Kim ve niçin böyle bir şey yapar!?” diye haykırdım resmen. Öyle ki çevredekiler durup bize baktı bir an. Arkadaşım “Günahını almayayım ama önceki muhtar ve akrabalarından şüpheleniliyor.” dedi. “Neden?” dedim ama soruyu sorarken cevabını anladım. Çünkü cevabını daha önce çok okudum. Ah Sabahattin Aliler, Yaşar Kemaller, Kemal Tahirler, Halide Edipler… Ah benim garip ülkem ah… Arkadaş, bu ne hasettir! Anadoluyu çöl etti. Ne ağaç, ne sanayi, ne de insan kaldı… Niye? 

Ben, içimden bunları haykırırken, arkadaşım soruma cevap veriyormuş. Ama ben, şu kadarını yakalayabildim, “Abim, gitmiş kendi cebinden ödemiş bir daha fidanlar almış, yine köylülerle dikmiş. Biraz nöbet tutmuşlar fidanların başında, sonra bir şey olmuyor deyip, nöbet tutmayı bırakmışlar. Ama yine kimliği belirsiz kişilerce fidanlar sökülmüş. Abim yemin etti, bir daha seçime de girmeyecek, bir şey de yapmayacak.” Aslında bu yürüyüş iyi geldi bana. Sebebini anladım ben rüyalarımın. Tutunmak için diktiğim fidanlar, hep böyle sökülüyordu. Ya da tutunduğum ağaçlar, içten içe çürüdükleri için kırılıyorlardı. Acaba tutunmak yerine ayağa mı kalkmam gerek. Kendi ayaklarımın üzerinde durmam ve adım atmam. Bebeklerin yürümeyi öğrenmesi gibi. Tutunmadan yürümem gerek, evet! İşte böyle. Duruyorum bir an, derin nefes alıyorum, kafamı kaldırıyorum, göğe bakıyorum, evet aynen böyle… 

Arkadaşıma dönüp, “Eve dönelim mi? Çay içeriz bahçede.” diyorum. Tamam diyor arkadaşım, dönüyoruz. 

Biliyor musunuz o günden sonra bir daha öyle rüya görmedim. Ellerim uyuşarak ya da karıncalanarak uyanmadım. Psikolojim mi düzeldi, hayatım mı bilmiyorum. Ama bilinçaltımda bir şeylerin değiştiği kesin.

Almanya’nın Essen şehrindeki Zeche Zollverein kömür madeninde binlerce Türk işçi çalıştı.
Bir zamanların ağır sanayi bölgesi bugün sanat ve kültür merkezi. (bu fotoğraf-G.Baki)

Fotoğraf- Halit Ömer Camcı

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi