Üvey Anneannem

Üvey Anneannem

hikâye- Gülizar Baki

Anneannem dedemi çok sever. Ondan hep aşkla ve genç kız utangaçlığıyla bahseder. Dedemi anlatırken dudaklarının kenarından gülümser. Bence biraz edepsiz bir gülümsemedir bu. Annemler de hep, “Bak hele anama, gene babamı anlatıyor. Doyamadı babama, doyamadı!” derler. Anneannem, yaşam enerjisi ve bu edalarından dolayı bana hep annemden genç gözükmüştür. Daha hayat doludur zaten, hoş sohbettir, biraz dedikoduya, gençlik muhabbetlerine de yatkındır. O yüzden genellikle biz gençlerle takılır. O gün de annemler-teyzemler, torunlar, damatlar, gelinler bir aradayız. Annem ve teyzelerim kalabalığın karnını doyurmak, keyfini yapmak için koştururken, biz anneannemi çardağa çekmiş muhabbet ediyorduk. Mevzu nereden geldi bilmiyorum, kuzenlerden biri, “Aramızda çişli biri var galiba, ama valla ben değilim.” dedi kıs kıs gülerek. Gülüşenler, üstüne alınanlar, kendini aklamaya çalışanlar derken ortam gerildi. Anneannem dedi ki, “Çocuklar gece altını ıslatmak kötü bir şey değil. İnsanlık hali. Ben dedenizle evlendiğimde altımı ıslatırdım.” Döndü bana baktı ve sözüne devam etti, “Annen de ıslatırdı, biz birlikte kalkar dedenize ve kimseye duyurmadan yıkardık çarşafları. Hem Osman dayınızın bezlerini yıkardık hem de bizim çişli çarşaflarımızı.” Elini ağzına götürdü, kıs kıs güldü, sözüne devam etti, “Ben 14, annen 11 yaşındaydı. Songül teyzeniz de yedisinde.” Çardaktaki gençler, çocuklar herkes sus pus. Düşünüyorduk, anlattıklarını. Eminim herkes de benim gibi acaba dedem kaç yaşındaydı diye düşünüyordu. Kuzenlerden biri sordu, “Sahi anneanne siz dedemle nasıl tanıştınız, evlendiniz? Dedem kaç yaşındaydı?”

Anneannem etrafına baktı, bir dedikodu anlatacağı zaman yapardı böyle, biz gülüşelim diye, ama bu sefer gülüşmek için değil sırlaşmak için bakıyor gibiydi. Pamuk gibi beyaz ve yumuşak yüzü ve cam mavisi gözleri karardı sanki. Anlatacakları benim ve oradaki herkesin çocuksu zihnini de karartmıştı. O gece, o çardakta, mutlu yuvamız ne kadar büyük bedeller ödenerek oluşturulmuş onu öğrenecektik.

Anneannem dedi ki, “Biz tanışmadık ki dedenizle. Dedeniz atıyla beni kaçırdı.” Songül teyzemin 14 yaşındaki kızı, “Vaaoooov!” diye şaşkınlık ve sevinç çığlığı attı ve dedi ki “Havada aşk kokusu var!” Biz pop kültür dönemi çocuklarıyız, anneannem ise Gülden Karaböcek çağının, acıların çocuğu, dedi ki, “Öyle aşk filan değil çocuklar. Ben o zaman senden küçüktüm.”

Sözüne devam etti, “Dedenizle biz mahalleden komşuyduk. O zamanlar amca derdim ona. Evli barklı bir adamdı.” Sonra döndü bana baktı, “Annenle de arkadaştık, beraber oynardık. Annenin anası dayınıza doğum yaparken vefat etti. Çok üzüldük, iyi kadındı, hatta cenazede ağladım. Dedeniz iki çocuk, bir bebekle kalmıştı. Sonra ara ara onu bizim evde görürdüm, anamla konuşurdu. Hatta son zamanlarda bana bakar gülerdi. Kızı arkadaşım ya o yüzden herhâlde gülüyor diye düşünürdüm. Meğer beni istermiş. Daha doğrusu anam ona demiş. Biz dört kız kardeştik, babamız ölmüştü, anam dul kadın bize bakamıyor, korkuyor da akıbetimizden. Dedenize demiş ki, “Al bu kızı hem sana eş hem çocuklarına arkadaş olsun.” O da tamam demiş. Ama köyün muhtarı benim amcamın oğluydu, Haydar abi. O karşı çıkmış. Benim için daha çocuktur, Gülden’in arkadaşıdır, onlara nasıl analık yapsın. Dedenize kızmış, “Nasıl kabul edersin?” diye. Anam dinlememiş onu, dedenize demiş ki, “Halil ben kızı dereye göndereceğim, çamaşır yıkamaya, sen atınla gel kızı kaçır. Haydar yarın kaymakamlığa gidecek gelene kadar sen kızı kendine kadın edersin. Haydar da kabul etmek zorunda kalır.”

Duyduklarım şoke etti beni. Anneannem olan biteni yemek tarifi verir gibi anlatıyordu, ama bizim için o oturduğumuz çardak dışındaki her şey kararmıştı, sesler kesilmişti. Devam ediyordu anlatmaya, o zamanlar dedem 35 yaşlarında olsa gerekmiş, anneannem 13’ündeymiş. Ama erişkin bir kızmış. Böyle diyerek ya bizi ya da kendini ikna etmeye çalışıyor, bilemiyorum. Bu arada ‘erişkin bir kızdım’ diyen anneannemin şimdiki boyu 1.55. Ufak tefek bir kadın yani. O zamanlar ki halini kestiremiyorum. Daha detaylı inceliyorum onu; küçücük yüzünü kaplayan kelebek şeklindeki altın sarısı gözlüklerinin köşelerinde swarovski taşlar var, şimdi 65 yaşlarındadır, ama yüzü pürüzsüz, beyaz, hatta minik elmacık kemikleri çıkık, yanakları al al, dudakları gayet güzel, küçük çıkık bir çenesi var. Alametifarikası pembe yün yeleğinin yaprak yaprak desenleri var, içinde ipek yeşil 80’lerden kalma modeliyle piliseli dikilmiş robadan ipek elbisesi, ince zarif dizlerinin üzerine arada koyduğu uzun parmaklı elleri, boyuna göre epey uzun. Bir parmağında alyansı var, orta parmağında ise yakut bir yüzük. Çok beğenirim o yüzüğü. Evlenirken bana taksa keşke derim hep. Sol bileğinde altın bilezikleri var, diğerinde Trabzon hasırı. Bize ‘Dedeniz aldı.’ demişti. Ayağında pembe patikleri ve ceyo terlikleri. Hep beyaz ceyo terlik giyer. Küçük zarif ayaklarından birini, bir şey anlatırken mutlaka hareket ettiriyor. Belki de boyu bu yüzden küçük kaldı, küçük yaşta kadın olduğu için…

Bu arada anlatmaya devam ediyor dedemin onu nasıl kaçırdığını, “O gün derede kimse yoktu.Çünkü perşembeleri ilçede pazar kurulurdu, herkes alışverişe oraya giderdi. Ben derede çamaşırları yıkarken bir atlının geldiğini duydum, baktım komşumuz Ali amca. Yanıma yaklaştı, “Bırak şu çamaşırları da az bir ayağa kalksana.” dedi. Attan eğildi ve beni koltuk altımdan tutarak ata bindirdi, sonra dört nala ormana doğru sürdü. Biz giderken dereden az ötede anamı gördüm, onu görene kadar anlamadım ne olduğunu, ama anamı görünce bağırmaya başladım. Çünkü duymuştum, anam beni Ali amcaya verecekmiş diye. Ama imkan vermiyordum buna. Meğer doğruymuş. Dedeniz önceden anlaştığı komşu köyden birinin evine götürdü beni.”

İçim öfkeyle dolmuştu dedeme ve anneannemin annesine karşı. Bildiğin ‘çocuk gelin’di anneannem. O, bunu kabullenmek zorunda kalmış olabilirdi, ama benim aklım, vicdanım kabul etmiyordu. Dedem nasıl böyle bir şey yaptı? Akrabalarım buna nasıl izin verdi? Öfkem, isyana dönüşüyordu. Anneanneme sordum, “Hiç karşı çıkmadın mı, bağırmadın mı? Kimse bir şey demedi mi?” Anneannem, “Babam yoktu, anam oradaydı sessizce bizi izliyordu ve beni bir tek Haydar abim kurtarabilirdi, ‘Haydar abi!’ diye bağırdım elbet. Ama o da köyde değildi. Ne yapabilirdim ki? Zaten Haydar abi olayı öğrenip gelene kadar biz karı koca olmuştuk. Sonra nikahımızı kıydılar. Tabi benim yaşım küçük olduğu için hükümet nikahı yapamadık, dini nikah yaptılar. Ben işte eve geldim, ama ne yemek yapmayı biliyorum ne iş… Evin en büyük çocuğu Gülden benden iyiydi. Sağolsun onun çok yardımı oldu. Dayınız bebekti, ben altını değiştiremezdim, o öğretti. Başlarda dedenizden çok korkardım, Gülden bana hep destek olurdu. Dedeniz yokken biz daha iyiydik.” dedi. Bu son cümlesi çok hazindi ve zihnimde yankılanıyordu, “Dedeniz yokken biz daha iyiydik.” Tabi iyi olacaksınız, o evde sizin çocuksu masumluğunuzu bozan bir o varmış. Şimdi yaşasaydı dedem, yüzüne bakar mıydık bilmiyorum. Zaten aklım almıyor kendi çocuklarına, torunlarına karşı müşfik olan bir adam, başka bir çocuğa nasıl bunları yapabilir? Ne büyük bir günahın varmış dede! Kabul edilemez bir günah…

Bunları düşünürken ben, kuzenlerden biri sordu, “Anneanne bunca olaydan sonra dedemi nasıl sevebildin?” Anneannem, “O da çaresizmiş ne yapsın?” dedi. Bu cevabı beni daha çok üzdü. Kabullenmekten başka çaresi olmayan bir kadın vardı karşımda. Çaresizliğine mahkum bir kadın… Konuşmaya devam ediyordu, “Sonra ben büyüyüdüm. Dedeniz de şehre çalışmaya gittiğinde, görgüsü arttı. Bir de dedim ki, ya ben bu adamla iyi olacağım, bu çoluk çocuk hepimizin yüzü gülecek ya da kötü olacağım bu çoluk çocuk hepimiz telef olacağız. Çok şükür bu günlere geldik.” Sözlerini bitirince hepimizin yüzüne baktı ve gülümsemeye çalıştı. Anlattıklarının bizi nasıl perişan ettiğini anlamış olmalı, “Ama dedeniz sonra çok özür diledi. Anam girmiş kanına, dedeniz benim için “O daha çocuktur. Gülden’den sadece 3 yaş büyüktür.” demiş. Anam da, “Sen almazsan, orda burda telef olacak, açlıktan ölecek.” demiş, ikna etmiş.” dedi. Fakat bunlarla beni ikna edemezdi, çardaktakilerin hiçbirini de… Dizilerde gördüklerimiz doğruymuş ve başka coğrafyalarda değil, bizzat kendi evinde, başka adamlar değil kendi deden yapabiliyormuş!  Nasıl dedim bilmiyorum, ama bu şokla aklımdan geçen dilime döküldü, “Anane dedem sana resmen zorla sahip olmuş..!” O ince zarif ellerini ağzına götürdü, utancından mı, yoksa öfkesinden mi bilmem, “Kızım mecburdu, yoksa Haydar abim elinden alırdı beni!” Ya sevdiği adamı savunmaya çalışıyordu ya da kaderine razı olmak için argüman üretiyordu. Ah be kadın ah be, sen çocuktun o zaman. Nasıl bir mecburiyet bir çocuğa bunu yaptırabilir! Hiçbir şey, hiçbir gerekçe, hiçbir şekilde bunu yaptıramaz! Ah keşke sen de bunu bilseydin. Kuzenlerden biri dedi ki, “Ama sen çocukmuşsun, korkmadın mı?”. “Korktum kızım çok korktum, o yüzden hep geceleri altımı ıslatırdım. Ama geçti gitti… Hem o zamanların şartlarıyla şimdi bir mi?” Dedim ki, “Değil de anneanne, sen nasıl dedemi sevebildin sonra?” Aslında o da farkında olan bitenin ki şu cevabı verdi, “Yavrum ben o zamanki dedeni sevmedim, sonraki dedeni sevdim. Sonraki deden iyi adamdı.” Öncekinin günahını silebilir mi, sonraki… Hayır tabiki ve benim nutkum tutulmuştu. Hâlâ da öyle… 

Annem elinde kocaman bir kase patlamış mısırla çardağa geldi. Anneannem çok severdi patlamış mısırı, ellerini çırparak “İşte bu!” dedi. Mısıra mı yoksa bu gerilimli andan onu kurtardığı için annemin gelişine mi sevindi bilmiyorum. Bedeni yaşlanmış, ruhu o dere kenarındaki kız çocuğu olarak kalmıştı. Annem ise üvey kızı değil, mahalleden arkadaşıydı hâlâ. İki kardeşine bakan yetim mahalle arkadaşı… Evet annemin halinin sebebi, ruhunun yaşlılığı değildi, anladım artık. Annem bana, “Kızım hadi şu bardakları topla, yenilerini getir. Siz üşümediniz mi? Burası soğumuş.” dedi. Bardakları toplarken ona bakıyordum, geç evlenmişti, hatta “Babanız beni almasa resmen evde kalmıştım!” derdi. Acaba neden evde kaldı? Analığına ve kardeşlerine analık ettiği için mi? Anneme soramazdım. Peki anneannemin kendi kızları ve oğullar, yani üvey teyzelerim ve dayılarım biliyor mu bu hikâyeyi?

Anneannem bir daha bu mevzuyu açmadı. Bence o gece anlattığına da pişman oldu. Dedeme olan aşkını ise her fırsatta dile getirmekten vazgeçmedi. Ben ise hâlâ bir anlam veremiyorum. Bir anne kızına bunu nasıl yapar? Ve kötü başlayan bir hikâye nasıl aşkla son bulabilir? Bu aşk mıdır yoksa mecburiyet mi?

hikâye- Gülizar Baki

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi