Saadet

Saadet

Hikaye- Gülizar Baki

Muhabbeti tatlı bir kadındı. Bir dinlemeye başladı mı yanından ayrılamazdınız, hipnoz olmuş gibi dinlerdiniz onu. Güldürür, şaşırtır, ballandıra ballandıra anlatırdı. O yüzden ona “Dilli Saadet” derlerdi. Yüzüne karşı da “Saadet Ana”. Sözü ne kadar güzel ve tatlıysa görüntüsü o kadar zıttı. Yani anlatayım da siz karar verin, abartıyor muyum!

Ben tanıdığımda epey yaşlıydı. Ölmeyi unutmuş kadar yaşlı… Kızları, “Azrail, anamı dünyada unuttu.” derlerdi. Hani demiri bükersin ya beli öyle bükülmüştü, üst bedeni o yürürken yere paraleldi neredeyse. Elinde daima bir odun olurdu. Baston gibi kullanırdı. Dişleri dökülmüş, dudakları torba gibi büzüşmüştü, güldüğünde torbanın ağzı açılıyor gibi olurdu. İşte o manzara biraz korkutucuydu. Zira ağzında, önde üste bir tane, altta iki tane dişi kalmıştı. Onlar da yarı çürük ve kahverengine çalan bir sarılıktaydı. Yani Saadet Ana’yı tanımayan ve ilk kez gören korkardı bence. Kamburu da vardı ama her daim giydiği o siyah örgü yeleğinin ve beyaz yazmasının altında kalıyordu, sanki omzuna bir şey koymuşsun gibi gözüküyordu. Saçları kınalıydı. Uçları mavi boncukla işlenmiş beyaz yazması altından gözüküyordu. Bükük belinde peştamalı bağlıydı, her Karadeniz kadını gibi. Eteği dizine kadardı, dizden aşağısında ise yün çoraplar, ayağında siyah lastikler. “Gara lastik” derlerdi. Çoraplarının desenleri çok güzeldi. Sanırım o klasik Karadeniz kadını kıyafetini son giyen oydu. Ve 90’ların sonuydu. Her yaz köye gidince üçlü petibör bisküvi, bir iki paket kaymaklı bisküvi, birer paket çay ve kesme şeker ile ziyaretine giderdik. Annem, “Gidelim Saadet Ana bekler.” derdi. Nitekim taş evine yaklaştığımızda sesi gelirdi: “Ben de bu kız nerede kaldı diyordum!”

Kapısının önünde eski ve tenekeden bir kuzine sobası vardı, yanında da üstü kilim kaplı tahta bir divan. Soba daima yanardı ve üzerinde kaynayan su olurdu. Sobanın yanında demirden bir dolap, içinde çay bardakları, eski mika tabaklar. Hemen çay hazırlanır, kaymaklı bisküvi çıkarılır, muhabbete katık edilirdi. Zaten Saadet Ana’nın kuzinesinin başı, kadınların buluşma yeri gibiydi. Günün her saati bir kadın gurubu olurdu orada. İşi gücü sebebiyle kadınlar gelemezse şayet, muhakkak çocuklar olurdu. Yani o küçük eski taş evin önü asla boş kalmazdı. Asla demeyim, zira bazen Saadet Ana giderdi bir yerlere, ya da köye gelen yazlıkçılar pikniğe filan giderlerse sevabına Saadet Ana’yı da götürürlerdi. O zaman da kilim kaplı divanın altı, bisküvi ve çaylarla dolar, demir dolaba yemekler koyulurdu. Gelip de onu kapıda göremeyenler getirdiklerini oralara bırakırdı. Saadet Ana yemek yapmazdı, muhakkak köylüler getirirdi. Herkesin evinde birer tane Saadet Ana tabağı olurdu. Ne pişirirlerse o tabakla ona da gönderirlerdi. Bizim yazlık evimizde bile vardı.

Sanki o kadın hep orada öyle yaşayacakmış gibi hissederdim. Ama ne zaman nasıl oldu bilmiyorum, ölmüş. Öldüğünü taş evi yıkıldığında ve gazetelerde manşet olan gerçek ortaya çıktığında öğrendim. Sahiden köyün şelalesi, yaylası, muhteşem manzaralı dağı gibi demirbaşı sanırdım o kadını. Ama Azrail sonunda onu hatırlamış. Ölümünden bir süre sonra torunu da hatırlamış. Taş evi yıkıp yerine şöyle mis gibi betondan ev yapmak istemiş! Ama bu isteğini taş evin duvarında çıkanlardan dolayı bir süre gerçekleştirememiş. Saadet Ana gitmişti, taş evi yıkılmıştı ama ziyaretçileri eksik kalmıyormuş. Bu sefer şehrin ileri gelenleri, mülki amirler, gazeteciler geliyormuş, o yıkıntıyı görmeye.

Taş ev zaten yıkıldı yıkılacak haldeydi. Torunu Nusret de kimseye veya inşaat araçlarına gerek yok, ben balyozla iki günde yıkarım burayı demiş. Daha ilk balyoz darbesinde duvarlardan biri epey yıkılmış zaten, yıkılırken de acayip bir ses çıkmış. Dökülen taşları kaldırmışlar ki çil çil bozuk paralar. Eskilerden… Gülüşmüşler, “Saadet Ana’nın gömüsünü bulduk.” Sonra diğer tarafa balyozu sallamış, oradan da bir teneke sesi gelmiş. Paslanmış tenekenin içinden yine bozukluklar çıkmış. Sonra bir daha, sonra bir daha… Evin dört bir tarafından bozuk paralar saçılır olmuş. İç duvarları kerpiçtenmiş, onların arasında ise birkaç deste para… Artık tedavülden kalkmış paralar. Taaa 1960’ların markı bile çıkmış bir deste… Önce sevinmiş Nusret. Saadet Ana’nın hazinesini buldum diye. Ama paraların kullanımdan kalktığını fark ettikçe rahmetlinin ardından söylenmeye başlamış, “Hem çocuklarına hem kendine niye varlık içinde yokluk yaşattın!” diye. Tüm köy Saadet Ana’nın yıkık evinden çıkan tenekelerce bozuk parayı konuşur olmuş, sonra komşu köyler, ilçe derken olay tüm şehirde yayılmış. O zamanlar internet yok tabi. Kulaktan kulağa, kahvehaneden kahvehaneye yayılıyor bu hikaye. Derken bir gün Nusret ile röportaj yapmaya gazeteci gelmiş. Bozuk paraları ve yıkık evi fotoğraflamış, şehir gazetesinde haber yapmış. Kaymakam Bey gelmiş, ilçenin lisesinin müdürü de… Tabi olay Ankara’ya bizim kulağımıza kadar geliyor. Bir kış günü kar yağarken pencere önüne oturmuşuz, çaylarımız ve Saadet Ana’nın hikayesinin etkisiyle mi bilmiyorum petibör bisküvi bu konuyu konuşuyoruz. Annemin uzaktan akrabası ya diyor ki, “Onun çektikleri karşısında bence normal.” Ne çekti ki!

Feleğin Çemberinde Öğütülmek

Saadet, varlıklı bir ailenin tatlı dilli kızı. Kardeşleri arasında en güzeli. Zaten hemen de evlenmiş, büyük aşkıyla. Çok geçmeden de bir çocukları olmuş. Büyük kızı, sonra ikinci kızı… O sıralar Almanya’ya gitme furyası başlamış. Eşinin maddi durumu iyiymiş, ama o da gitmek istemiş. Başka dünyalar da göreyim demiş. Saadet istememiş gitmesini, zaten üçüncü çocuklarına hamileymiş, oğlan geliyor sen nereye gidiyorsun demiş. Fakat durduramamış gitmiş büyük aşkı. “Alamanya” neresidir? Samsun’dan da uzaktaymış ama İstanbul’dan bu yana mı öteki yana mı, bilemiyormuş. Tam dört yıl adamdan ne bir haber ne bir mektup ne de para gelmiş. Saadet üç kızla tarlaları mı eksin, ineklere mi baksın! Gücü, takati yetmemiş hepsini yapmaya. Dördüncü yılın yaz ayında iki tarla ve iki inekle geçinmeye çalışırlarken evin önüne bal rengi bir Mercedes gelmiş. İçinden jilet gibi takım elbisesiyle Saadet’in kocası çıkmış. Araba tıklım tıklım dolu. Saadet’e, çocuklara, kardeşlerine, köylüye hediyelerle dolu. Köyde bir bayram havası, Saadet’in evinde de… Alamancı zengin koca sevinci bir hafta sürmüş Saadet’in, çünkü o büyük aşkı gitmiş yerine başka bir adam gelmiş sanki. Üçüncü çocuğun oğlan değil kız olduğunu öğrenince ilk tuhaf tepkisini vermiş, “Ben şimdi bu oğlan oyuncaklarını n’apacağım?” Annem anlatırken burada küfrediyor, onu size aktaramam. Tahmin edersiniz zaten. Sonra Saadet’i beğenmediğini ifade eder, kıyafetini, nasırlı ellerini, yazmasını eleştirir. Bütün gün köyde, ilçede gezer de Saadet’e çocuklara ilgi göstermezmiş. Saadet ise gelmişken işlerin ucundan tutmasını beklemiş ama nerede o anlayış! Sayılı gün çabuk geçiyor ya da Saadet’in kocası erken dönüyor. Saadet’e bir deste gavur parası verip, kızların başını okşayıp Mercedes’ine binip gidiyor. Ne adres ne de bilgi veriyor. Saadet’in beli ilk o zaman bükülüyor zaten. Bir süre öyle kalmış. Tarlalarından mahsülü eş dost kaldırmış, ineklerine kızları bakmış. Meğer hamileymiş de Saadet. Dördüncüye! Bir dört yıl daha gelmiyor köftehor. Saadet 4 kız ve bükük beliyle kalıyor. Bu dört yıl daha zor geçiyor, zira küçük kaynı Saadet’i ve kızları evden çıkarıyor. Kavga dövüş o taş eve taşıyor onları. Tarlaları da diğer kardeşler paylaşıyor, “Senin zaten oğlun yok.” diyorlar Saadet’e. “Malı elin oğullarına, damatlara mı yedireceksin!” Kaldı mı yaşlı iki ineğe! Bu arada büyük kızını apar topar evlendiriyor Saadet. İki numarayı da nişanlıyor. Kocasından ise hala haber yok. Saadet’in kardeşleri olan biteni hayırsız kocaya haber edecek ama adam nerede bilen yok. Hey gidi Halil Ağa’nın kızı güzeller güzeli Saadet, ne günlere kaldın! Yaşlı ineklerinden elde ettiği peyniri ilçe pazarında satmaya başlıyor Saadet. Sonra kayınlarının lütfedip verdiği bir parça bostanında yetiştirdiği yeşillikleri de sepetine ekliyor. Gel zaman git zaman, Saadet’in tatlı dilinin etkisiyle peynirlerinin namı ilçe pazarında yayılıyor. Beli bükük Saadet’in ürünleri daha sabahın ilk saatlerinde bitiyor ama akşama kadar tezgahının başında duruyor, muhabbetini dinlemeye başkanın karısı da geliyor kaymakamın eşi de… İşte kaymakamın eşiyle muhabbet ettiği bir sırada, son gelişinden beş yıl sonra kocası geliyor. Köye gelmiş, demişler ki Saadet pazarda. Çok kızmış, karısı nasıl kızlarını bırakıp, pazara çıkarmış. Söyleniyor adam! Saadet ise yüzüne bakmadığı adamın sözlerini dinledikten sonra yanındaki kaymakam eşine dönüyor ve “Dinen de hükümet adına da bu adam artık benim kocam değildir.” diyor. Sonrasını tahmin edersiniz. Epey kavgalı bir üç gün geçiriliyor. Kızlarının ona sorulmadan evlendirilmesine kızıyor adam ama karısının ve kızlarının evinden atılmasına, tarlalarına el konulmasına laf söylemiyor. Anneme göre Saadet’in dişleri de o zaman dökülüyor. Üç günün ardından hava atmaya köye gelen adam resmen kaçarak gidiyor. Ama giderken dört numaralı kızına bir deste mark veriyor. İşte Nusret’in yıktığı duvardan çıkan paralar onlarmış.

Zaten bir sonraki sefer yani 4-5 yıl sonra hayırsız kocanın bu sefer cenazesi geliyor. Ama kimse nerede çalışıyordu, ne yapıyordu bilmiyor. Belki de evlendi orada diyorlar ama ona dair de bir haber yok.

Saadet, cenazeden bir süre sonra üç numaralı kızını, babası yaşında üç çocuklu dul bir adamla evlendiriyor. Çünkü artık tek bir ineği ve avuç içi kadar bostanı vardır. Dört numarayı da yıllar sonra akrabalarından birinin oğluyla evlendiriyor. Ama bu damat epey fakirdir. Birkaç yıl iki göz taş evde birlikte kalıyorlar. Sonra oğlan gurbete gidiyor, karısını da yanına alıyor. O zamandan beri Saadet Ana yalnızmış. Son kızı gittikten sonra pazara da çıkmaz olmuş. Ama köylü onu aç bırakmaz. Herkes yemeğinden ona bir kap getirir olmuş.

Kocası öldükten yıllar yıllar sonra 80’lerin ortasında Saadet Ana’ya maaş bağlamış Almanya. Ama kabul etmemiş Saadet Ana. O paraya hiç dokunmamış. Kayınları çok uğraşmışlar maaşı almaya ama onlara da nasip olmamış. Annem bu hikayeyi anlatınca babam dedi ki, “O duvardan çıkan çil çil bozuk paralar bir kadının çilesi, korkusu, yalnızlığı, çaresizliği…” O paralara ne oldu bilmiyorum ama bence parayla Saadet olmuyor hakikaten.

15 Temmuz 2020 

Hikaye- Gülizar Baki

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi