Saraydan Kız Kaçırma

Saraydan Kız Kaçırma

Hikaye – Gülizar Baki

Zeynep Abla bizden 4 yaş büyüktü ve nişanlıydı. Köyde geçirdiğimiz yaz tatillerinin de en iyi oyun arkadaşıydı. Size bir sır vereyim mi, düğününden önceki gün, onların taş evinin çatısında evcilik oynamıştık. Ertesi gün de gelinlik giydi ve kardeşi Hatice’yle ben, Zeynep Abla’nın sandığının üstüne oturduk. Karadeniz’de bu bir gelenek, gelinin çeyiz sandığına kardeşlerden biri oturur ve erkek tarafı para vermelidir çeyizi alabilmek için. O sırada kırmızı duvağının altından güldüğüne eminim Zeynep Abla’nın.

Bir sonraki yaz tatiline gittiğimizde Zeynep Abla hamileydi ve biz annemlerle onun evine ziyarete gitmiştik. Çaylar, börekler, fasulye kavurmalarıyla enfes bir ağırlama töreniydi. Bir süre oturduktan sonra Zeynep Abla kaş göz işaretiyle bizi dışarıya çağırdı. Annemler ve onun kayınvalidesi otururken biz kıkır kıkır gülüşerek, eski evin çatısına çıktık. Zeynep Abla’nın iki katlı betonarme yeni bir evi vardı. Yanında ise daha küçük ve ahşaptan eski bir Karadeniz evi. Eşinin ailesi önceden burada yaşıyormuş. Pencereleri kapıları yeşil ve ahşap oyma. Az bakım yapılsa masalsı bir evdi. Ama çatısı, bizim için harikalar diyarı gibiydi… Zeynep Abla’nın kayınpederinin babası, Şeker Dayı, medrese görmüş, köylülerin alim dediği bir adammış. Hastalanan, ruhu daralan insanlara muska yazarak şifa dağıtırmış. Devletle işi olan ona danışırmış. Çatıda, tahta bavullarda gördüğümüz kitaplar da ona aitmiş. Zeynep Abla’nın dediğine göre gizli ilimlerin yazıldığı kitaplardı bunlar. El yazması kitaplar, mektuplar… Gözlükler, okkalar, divit kalemler… Karnı burnunda Zeynep Abla, eski ahşap bir sallanan sandalyede otururken biz Hatice’yle bu ıvır zıvır eşyaları tek tek elden geçiriyorduk. “Ne hikayeleri vardır şunların.” diyorum. Deri kapaklı, eskimekten mi yoksa gerçekten mi rengi siyah bilmiyorum bir el yazması kitabı alıyorum, Zeynep Abla, “tövvvvvbe esssstağfirullah de kız, bissssssssmillahirahmanirrrahim, onlar gizli ilim kitapları, enişteniz dokunma dediydi.” Arap alfabesiyle yazılmış, el yazması bir kitaptı. Ama Kur’an gibi değil. Yani bildiğim Kur’an alfabesine benzemiyor buradakiler. Sonra başka bir kitap, kenarlarına çiçek veya geometrik desenler ile süslenmiş yazıların olduğu, bazı sayfalarda kırmızı mürekkeple yazılar yazılmış bir el yazmasıydı. Böyle birkaç tane daha var. Merakla inceliyorum. Hatice’nin canı sıkılıyor, mavi sandığı karıştırmaya başlıyor. Ben de Zeynep Abla’nın tedirgin olmasından dolayı çok inceleyemiyorum bu çok gizli ilimlerin yer aldığı kitapları!

O yaz tatilim Zeynep Abla’nın eski evinin çatısında geçti. Sonraki yazlar ise artık çoluk çocuğa karıştığı için onunla oynayamaz, çatısına çıkamaz olmuştuk. Zaten birkaç yıl içinde Hatice de nişanlanmıştı, benim ise dershane dönemim başlamıştı. Yaz tatili benim için balkonda soru çözmekti artık.

Üniversiteyi kazandıktan sonra köye gidemedim zaten. Dersler, yaz okulu ve tabii ki İstanbul çok zamanımı alıyordu. Üniversite bittikten sonra da akademide kaldım, mezun olduğum tarih bölümünde doktora yapıyorum ve İstanbul Üniversitesi’nde Kadın Araştırmaları Merkezi’nde çalışıyorum. Kadın tarihi, hakları ve edebiyatı çalışma saham. Vaktimin çoğunu Süleymaniye Kütüphanesi’nde ve Balat sahil yolunun ortasındaki o eski taş yapıda, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde geçiriyorum. Burası saklı bahçe gibi. Avlusunda yazın öyle güzel çiçekler açar ki, çay-simit-sigara üçlüsü için bu serin taş avlu bulunmaz bir yer. Ama o gün yalnız içiyordum sigaramı. Telefonum çaldı, annem, yine sitem ediyor. Aslında haklı epeydir de görmüyorum onları. Perşembe köye gidiyorlarmış. “Hiç özlemiyor musun?” dedi. İçimin acıdığını hissettim. O gazla, “Haftaya belki ben de köye gelirim.” dedim. 5 saatlik Ankara yolu gözümde büyürken, 12 saat nasıl giderim hem de otobüsle. Fakat annem çok sevinince, lafımı geri alamadım.

Otobüsten indiğimde iliklerime kadar titredim. Ağustos ortasında bu ne soğuk arkadaş! Karadeniz kendi üslubuyla bana “hoş geldin” diyordu sanki. Az ileride babamı görüyorum, iyice büyüyen göbeği ve Doblo’suyla beni bekliyor. Tam bir emekli yazlıkçı bürokrat. Ve nasıl da güzel gülüyor, yeşil gözleri ve babacan siması bu kadar uzaktan bile insana güven veriyor. “Annen kahvaltıyı hazırladı, çayları soğutmayalım.” diyor bavulu bagaja yüklerken. “Arka koltukta hırkam var onu giy, üşüme daha fazla.” diyor. Giyerim tabi, titriyorum resmen. Kahvaltı, muhabbet, 10 yıldır görmediğim akrabalarla sarılmalı, şapur şupur öpüşmeli bir günden sonra akşam ağır yün yorganın altında sızıyorum. Sabah erkenden ve mutlu uyanıyorum. Nem ve sıcaktan uyuyamadığım İstanbul günlerinden sonra bu serin ve yorgun gece ilaç gibi geliyor.

Ertesi günün akşamında eski dostum Zeynep Abla’ya çaya gittik. Annem gibi bir kadın olmuş. Yaşlanmış yani. Dört çocuğu varmış. Haberlerimi annemden alıyormuş, gurur duyuyormuş benimle, üniversitede hoca olmuşum diye. Çocuklarına hep beni örnek gösteriyormuş. Çatısı masal dünyası gibi olan o eski ev de aynen duruyor. Sahi çatıdakiler de duruyor mu? “Pek çıkmıyoruz, çocuklar karıştırmadıysa duruyordur.” dedi. Ertesi gün en büyük kızıyla o çatıya çıktık. Epey eşya birikmiş çatıda. Sallanan sandalye ve tahta bavullar ise aynı yerinde duruyor. İçleri biraz karışmış fakat siyah deri kaplı kitabı buldum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama çatı katının ışığı azalmıştı artık. Yıllardır gizli ilim kitabı, kutsal kitap diye saklanan, saygıdan öpülüp başa konulan şu el yazması meğer bir kadının günlüğüymüş, Sultan Anne’nin.

Sultan Anne, Şeker Dayı’nın İstanbul’dan getirdiği ikinci eşi. Yani öyle biliniyordu köyde. 1900’lü yılların başında gurbete gitmiş Şeker Dayı. Yeni evliymiş o sıralar. Aradan üç yıl geçtikten sonra yanında genç bir kadın ve birkaç tahta bavulla dönmüş. Başlarda herkes bu yeni kadını kabul etmemiş. Özellikle Şeker Dayı’nın annesi ve karısı. Fakat yıllar geçtikçe Sultan Anne’yi çok sevmişler. Aslında Sultan Anne, epey mesafeli bir kadınmış. Herkesle ‘siz’li konuşurmuş mesela. Şeker Dayı bile ona Sultan Hanım diye hitap edermiş. Sanırım köyde hanım diye hitap edilen ilk kadın odur. Zaten sonraki yıllar birçok aile kızına Hanım adını vermiş. Ona benzesin, onun gibi asil olsun diye. Yine köyde ‘anne’ diye hitap edilen ilk kadın da oymuş. Önceden herkes annesine ‘ana’ dermiş. Anne denilmesi 80’lerden sonraki kuşağa ait .

Ve Sultan Anne geldikten sonra bu dağ köyünden hiç ayrılmamış. Hatta o ahşap evden de… Doktora bile gitmemiş… Kendini köyün içine hapsetmiş adeta. Ya da köyün güvenli ortamına sığınmış. Mezarı da mezarlığın girişinde sağda. Mezar taşında sadece ölüm tarihi ve “İstanbullu Sultan Anne” yazıyor. Bu köylünün bildiği ve anlattığı hikaye. Benim defterde okuduklarım ise roman olur. Hatta bir dönem dizisi.

Saray’dan kaçan kız ve hamal

Şeker Dayı, gurbette Kastamonu’daymış. Kereste işinde çalışıyormuş. O keresteleri gemiyle İstanbul’a götürüyorlarmış. Bir seferinde taşı toprağı altın İstanbul’da kalmış. Eminönü’nde, Karaköy’de hamallık başta olmak üzere çeşitli işler yapıp, hem para kazanıyor hem de şehri geziyormuş. Fakat o dönem İstanbul cadı kazanı gibi. İttihat Terakki, Abdulhamit’i tahtan indiriyor. Meşhur 31 Mart Vakası yaşanıyor. Yıldız Saray’ı talan ediliyor. Resmen can ve mal pazarı yaşanıyor. İşte o sıralarda şehrin izbe bir köşesinde karşılaşıyor Sultan Anne ile Şeker Dayı. Sultan Anne, ki gerçek adı nedir bilmiyorum, sarayda çalışan kızlardan biriymiş. Tam detay vermiyor ama sarayda büyüdüğünü, sultan hanımlara hizmet etmek için yetiştirildiğini anlıyorum yazdıklarından. Yıldız Saray’ını basan ve yağmalayanlar arasında nasıl olduysa yanına alabildiği birkaç parça eşyayla şehrin içine doğru kaçıyor. Birkaç gün kuytu köşe saklanıyor, ona saldıranlar oluyor, zor kurtuluyor. Bir seferinde haremde tanıdığı bir ağayla karşılaşıyor, “Git buralardan ya da intihar et, yoksa seni de satarlar, bir duysalar haremden olduğunu seniiii…” kara gözlerini devirerek imada bulunuyor ve devam ediyor, “Cicim hiç kimsen yok mu? Ben gidiyorum buralardan sen de git, ben dahil kimseyle de görüşme. Herkes perişan, perişaaaaan!” Günlerdir bir şey yemeyen, yolda gördüğü kediden bile korkan bu genç kız çaresizlikle tir tir titrerken koca elli, karga burunlu ve gök gözlü bu gençle karışılaşıyor. Elindeki ekmeği ısırırken göz göze geliyorlar. Günler sonra ilk kez bir insanla göz göze gelen genç kız, kaçmaya yelteniyor, ama açlıktan oracıkta bayılıyor. Uyandığında gök gözlü bu genç ekmeğini ona uzatıyor, itiraz edecek halde değildir ve yiyor.

Sonrasını hızlı geçiyor Sultan Hanım, muhafızlara ve herkese bu Karadenizli uşak, onu eşi olarak tanıtmış. Siyah bir çarşaf giydirmiş, eşyalarını da eski bir çuvala koymuş ve ilk Kastamonu gemisine binmişler. Kastamonu’da birkaç ay kaldıktan sonra da yürüyerek, öküz arabalarında ve zorlu bir yolculukla Şeker Dayı’nın köyüne varıyorlar. Haklı olarak bu yürekli gencin ailesi Sultan Hanım’ı kabul etmiyor. Ama Şeker Oğlan, “Sabredeceysun, iyi insanlardır, zamanla kabul ederler.” diyor.

Şeker Oğlan, el sürmez Sultan Hanım’a. Onca zaman yan gözle bile bakmaz. Ona payitahtın kıymetli emaneti gibi bakar. O Allah’ın emanetidir, öyle düşünsün ve minnet eylemesin. Her gün şükredip, bu masum köylü için dua ettiğini yazıyor Sultan Anne. Hatta belki de aynı yaşta olduğu bu gence okuma yazma öğretiyor ve daha birçok şeyi. Resmi makamlara dilekçe yazmayı, Kur’an okumayı… Gel zaman git zaman Şeker Dayı’nın kapısını, ağrısı-sızısı olan, resmi dairelerde işi olan hatta Allah’tan bir dileği olan herkes çalmaya başlıyor. Şeker Dayı’nın itibarı artıyor, bölgede namı yayılıyor. Eşi ve anası hatta köylüler de Sultan Anne’yi kabulleniyor ve seviyorlar. Sarayda sultanlara hizmet etmek için yetiştirilen bu kadın, köyde Şeker Dayı’nın çoçuklarına dadılık ediyor. Öyle yazıyor günlüklerinde.

Sarayda gördüklerinden çok bahsetmemiş Sultan Hanım, hatta gerçek adından da… Ama imasından anladığım onu köyün dışına çıkartmayacak kadar korkutmuş olan biten. Dönemin gazetelerinden hatırladığım kadarıyla Abdulhamit tahtan indirilip, Selanik’e götürüldüğü sırada Yıldız Sarayı da boşaltılmış, halk sarayı yağmalamıştı. Sultan Hanım gibi birçok saray çalışanı, cariye, harem mensubu bu sırada ortada kalmış, o karmaşada birçoğunun hayatı mahvolmuştu. Hele ki kadınların, genç kızların… Sanırım geneleve düşmek korkusu bu saraylı kızı öyle korkutmuş ki eli nasırlı bu köylü gencin merhametine sığınmış.

Son defter yarım kalmış. Belki de sayfalar yırtılmış. Zeynep Abla’nın eşinden bu ‘gizli ilim’ kitaplarını incelemek için istedim. Bakalım verecek mi? Şakayla karışık “Bizim kızı da okutursan neden olmasın?” dedi. Ne demek tabii ki…

Bekle beni İstanbul, büyük balık tuttum, geliyorum.

Hikaye – Gülizar Baki

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi