Domdom Kurşunu
Hikaye: Gülizar Baki
Fotoğraf: Felipe Vallin
Pencereden sarkan bacakları görenin ağzı bir karış açık kalıyordu. Safure Gelin’in kerpiç evinin yüksek penceresinde yarı beline kadar sarkan erkek bacaklarıydı bunlar. Evin dış kapısının eşiğinde elinde tüfek Safure Gelin oturuyor. Yanında çömelmiş kayınpederinin başı iki elinin arasında. Karalar bağlamış. Uykusundan yeni uyanmış büyük oğlu şaşkın, etrafa bakıyor. Gün aydınlandıktan sonra ilk olarak kapı komşusu Nimet Ana yaklaşıyor, ne söyleyeceğini soracağını bilmez halde. Bir şey demeden Safure’nin yanından, yüksek eşiği aşarak eve giriyor.
Tek göz, kerpiç bir Bayburt evi burası. Yılın 9 ayı kıştır bozkırda, kalan 3 ayı ise serin bahar. Ayazı ayaz, sıcağı kavruk… Pencereleri bu yüzden oldukça küçük ve tavana yakındır. Evlerin çatısı da yoktur. Toprak damlıdır. Saman ve toprak karışımı kerpiçten yapılan bir evdi Safure’ninki de. Dış kapıdan içeri girince karşıda ocak vardı yaz kış yanan, ama bu sabah yanmıyor ocak. Gri küller ve kara bir kazan var, sağında da ahşap divan. Üzerinde örtüler serili, iki oğlu henüz uyuyor, sıcak döşekte. Ocağın solunda yerde, duvara dayalı bir yatak daha var. Safure’nin askerdeki kocasının babası, kayınpederinin yatağı. Yatağın üzerine kan göllenmiş. Duvardan oluk oluk akmış, kurumuş. Yaşlı kadın kafasını kaldırınca çığlık attığı bu manzarayı görüyor, yüksek pencerede kafası dağılmış bir erkek cesedi. Belden yukarısı içeride gerisi dışarıda.
Jandarma erlerinin arasında, muhtemelen köye gelen ilk motorlu araca binen Safure, son bir kez üç oğluna bakıyor. Çocuklar ağlıyor, salya sümük. Kayınpederi Arif Ağa da…
“Ağa, kendine gel! Duydun mu beni? Oğlanları da alıp İstanbul’a git. Oğlun askerden gelince seni bulur. Allah’ını seversen dik dur. Ağam ben kötü bir şey yapmadım.”
Dün gece ne çok tekrar etmişti bunları, şoka giren kayınpederine. Büyük oğlu Arif’e, dedesinin adını taşıyordu, alyansını verdi bir de Harun’un saatini. “Baban epey para eder demişti. Bunu satarsınız. Bak oğlum kardeşlerin, deden sana emanet.” Güçlü bir çocuk Arif ve daha 7 yaşındaydı. Camdan sarkan cesede korkusuzca bakıyordu. Annesini de başıyla onaylıyordu. Bu oğlan yapardı. Tuğrul ve Sakıp çok korkmuş ağlıyorlardı. Babalarını hiç hatırlamıyorlardı. Sakıp daha 3 aylıktı babası gittiğinde. 3 yıl geçti. Şu lanet savaş bitmedi, adını bilmediği çok uzak bir yere götürmüşler Harunları. Kore mi neymiş. “Harun, göz aydınlığım, nerelerde, nasılsın? Biz çok dardayız!”
Safure elinde tüfekle gece nöbetteydi ne zamandır. Ve oğulları ile kayınpederi uyurken gözü kapıda eli tetikte Harun’la konuşuyordu böyle.
Bozkırın ortasındaki bu ıssız köyde kabusu yaşıyordu genç kadın. Aslında sadece o değil neredeyse tüm köy. Ama diğerleri öğrenilmiş çaresizliği kabullenmişti. “Ne yapacaksa yapsın yakamı bıraksın” diyorlardı. Herkes her şeyi biliyor ve mağduru oluyor, ama çözüm bulamıyor, hatta aramıyorlardı. Ne yapabilirlerdi ki! Para ve güç karşında çaresizlerdi. Yorgun, güçsüz ve yılgın insanlar bir insafsızın elinde oyuncak olmuştu. Fakat Safure buna razı olmayacaktı. Demişti Nimet Ana’ya da, komşusu Saadet’e de,
“Nasıl kimse bir şey demez bu lanet adama!”
Her ikisi de benzer şeyler söylemişti,
“Ne diyecekler? Hükümet bile onların ardında. Para onlarda, güç onlarda. Biz kadın başımıza ne yapabiliriz ki!”
Kayınpederine de sormuştu,
“Arif ağa, yok mu hiç insaf sahibi bir adam. Milletin karısına kızına, namusuna göz dikmiş, bırak parasını pulunu…”
“Kızım kim ne yapabilir ki!” demişti yaşlı adam, yüzü yerde.
“Benim razılığım yok.” demişti Safure. Yanında hep bıçak taşıyordu ve tarlaya, suya, tezek yapmaya yalnız gitmemeye çalışıyordu. Kalabalığa sığınıyordu. Fakat o lanet adam uzaktan izliyordu. Şerefsiz, kocaları gurbette ya da askerde olan gelinleri, yeni yetme kızları gözlüyordu. Birini gözüne kestiriyor ve bir süre onu takip ediyordu. Elde ettikten sonra bırakıyor, başkasını takibe başlıyordu. Güzel, çirkin, yaşı geçkin bakmıyordu. Köyün kadınlarının kabusu gibiydi… Bir süredir de Safure’nin peşindeydi. Diğer kadınlar da bilirdi bunu ve herkes konuşurdu, ama takipteki kadın kahrolur bir şey demezdi, diyemezdi. Safure öyle değil, herkesten imdat dileniyordu, ama kimseden bir çözüm gelmiyordu. Anca küfredip, beddua ediyorlardı. Safure’ye en acı gelen ise bu adam ve ailesinin yüzüne karşı herkesin övgü dolu olması. Aman efendimler, canım kardeşimler havada uçuşuyordu.
Safure, şerefsizin karısına da bunları bir bir anlattı, “Kocan milletin karısına kızına sarkıyor, illallah dedi tüm köy kadınları.” diye. Amanın sen misin bunu diyen, Safureyi resmen tüm köy dışladı, adı kötü kadına, iftiracıya çıktı, “Kocası da yok ya ağanın oğluna iftira atıyor.” dediler. Oldu mu Safure kötü kadın, ağanın şerefsiz oğlu ise ahlaklı evli barklı aile babası! Para ve iktidar sen nasıl bir şeysin dilsizleri dillendiriyor, yanlışları doğrultuyorsun!
İşte o günlerde şerefsiz adam Safure’yi birkaç yerde sıkıştırdı. Safure bunun üzerine kocasından kalma tüfeği çıkardı, artık tüfekle dolaşıyor, geceleri yatmıyor nöbet tutuyordu. O gecelerden birinde, nasıl bir cesarettir ki ağanın oğlu kapıyı zorladı. Bunu tahmin ettiği için ahşap kapıya süngü yapmıştı Safure, açamadı deyyus. “Sen misin beni eve almayan!” deyip pencerelere yöneldi. İşte yüksek ve küçük pencereden içeriye girmeye yeltendiği sırada ateş etti Safure. Tüfeğin saçmaları ağanın oğlunun kafasını parçaladı, beyni, kanı tüm eve yayıldı. Korkudan ağlayan oğlanların yüzlerine, pencere dibindeki yatakta yatan kayınpederin yatağına kan ve beyin sıçradı.
İşte ağır ceza hakimine böyle bir bir anlattı Safure. Karşı tarafın avukatı Erzurum’dan gelmiş. İdamını istiyorlar Safure’nin. Ağanın tek oğlunun beynini dağıtmıştı bu cani kadın! Hakim Bey gerekeni yapacaktır dedi yaşlı, gün görmüş avukat. Hakim ise gençten biriydi. Avukatı olmayan hatta avukat ne demek onu bile bilmeyen kadına, “Kendini savunabilecek misin?” diye sormuştu, ehramının altında başını salladı Safure, “Ben namusumu, canımı, evlatlarımı korudum Hakim Bey. Bu adamın dediği gibiyse o deyyus benim evimin penceresinde ne yapıyordu gece yarısı. Ben diğerleri gibi çaresizliğe boyun eğip ömrüm boyunca utançla yaşamaktansa, evlatlarımın gözü önünde kahrolmaktansa asılarak ölürüm daha iyi. Üç oğlum bilecek ki anaları namuslu. Askerdeki kocam bilecek ki ben haysiyetimi kaybetmedim.”
Doğu Ekspresi treninde İstanbul’a giderken Safure, kavuşma hayaliyle oğullarını düşünüyordu. Hakim Bey, onların emniyette olduğunu söylemişti. Yeni bir kimlikleri ve hayatları olacaktı.
Oldu da! Allah ondan razı olsun meğer mecburi hizmetini yapmak için doğuya tayin edilen bu genç hakim, dönemin başbakanı Menderes’in arkadaşıymış ve Safure’nin hikayesinden çok etkilenmişti. Sorup soruşturmuş kadının doğru dediğini de öğrenmişti. Değil idam edilmesini hapse girmesini bile istemiyordu. Ne yapıp edip Safure’yi kurtardı. Fakat ağa onu rahat bırakmazdı. Nüfuzlu tanıdıklarını araya koyarak kadının kimliğini değiştirdi. O nüfuzlu tanıdıklar sayesinde ekip biçebilsin diye İstanbul’un kenar köylerinden birinde arsa da verildi Safure’ye. İşte Safure’nin zenginliği bu arsanın yıllar sonra kıymetlenmesinden geliyor. Boşuna İstanbul’un taşı toprağı altın dememişler. Kocası Kore şehidi olan ve öğrenilmiş çaresizliğe boyun eğmeyen bu kadın onurunun ekmeğini yedi. Onurun ekmeği öyle bereketliydi ki torunları bile hala onu yiyor. Torunlarının torunlarını da doyuracak bir bereket bu.
Hikaye: Gülizar Baki