Pileli Etek
Hikaye: Gülizar Baki
Bana Melek Anne’yi ve onun döneminin kadınını simgeleyen tek şey söyle deseniz pileli etek derdim. Sentetik ipekten ve dizi dört parmak geçecek uzunluktaki bu pileli etekler o dönemin modasıydı. Boyunu biliyorum, çünkü kadınların terziye tarif ederkenki hali gözümün önünde, “Elifecim şöyle dört parmak aşağıda olsun.” Eğilip dört parmağını dizinden aşağı koymasa anlamaz Elife Hanımcığım çünkü. Bu eteğin boşta bıraktığı bacaklar kül rengi kalın naylon çorapla kapatılırdı ki o çorabın kutusu da gözümün önünde. Sahi hala var mıdır? Anne çorabıdır o, epey kalındır ve zamanla lastiği gevşediği için dizden aşağı düşer, o yüzden lastikle tutturulurdu. Sonra bu eteğin üzerine yaz kış muhakkak yelek giyilmesi gerekirdi. Anneliğin üniformasıdır çünkü. O yeleğin makbulü de yavruağzı olarak adlandırdıkları somon rengi olmasıdır. Çoğunlukla el örgüsü olan yavruağzı yeleğin öyle bir örneği vardır ki adını söylemem tanımlama için yeterlidir sanırım; Kanser Örneği. Bu somon rengi kanser örneği yelek, pileli etek ve kül rengi çorabın tamamlayıcısı mutlaka Ceyo terlikler olmalı. Beyaz-siyah ya da lacivert. Melek Anne, beyaz giyerdi. Çocuk aklımda kalan beyaz giyenlerin zengin daha doğrusu gurbetçi olduğuydu. Bu yalnızca benim algım olabilir. Annemler siyah ya da lacivert alırdı, çabuk kirlenmez ve eskimez diye, “Hem bizim yollar -Ankara caddeleri için diyorlar bunları- öyle Eeevrupadaki gibi de muntazaman değil canım.” Bu cümle siyah ve lacivert Ceyo terliği fakirleştiriyordu zihnimde.
Melek Anne gurbette kaldığı 37 yıl boyunca kıyafet tarzını hiç değiştirmedi. Gurbet ve para onu bozmadı yani. Şivesini bile… Hala Karadeniz ağzıyla Türkçe konuşurdu. Bir insan çeyrek asırdan fazla Paris’te kalır da gram değişmez mi? Değişmedi. Çünkü o değişmeye, okumaya ya da yaşamaya değil, kazanmaya gitti. Biraz para kazanacak, evini yenileyecek ve rahatça yaşayacak kadar birikim yapacak ve dönecekti. Fakat onu bu amaca götüren yolda çok oyalandı. Üstelik döneceğim biriktireyim diye yemedi, giymedi, hatta yol boyunca çevresine bile hiç bakmadı. Çünkü hedefine kilitlenmişti. Dönecekti.
Dönme fikri onu gurbete çıktığı yılda dondurdu adeta. O pileli ipek etek içinde vücudu yaşlandı, hastalandı. Ama o etek ve yelek stili hep aynı kaldı. Aslında muhabbeti lezzetli bir kadındı. Gözlerinin rengi, hani yağmur yağdıktan sonra bulutlar dağılır ve gökyüzü berrak ve bakanı ferahlatan bir mavi renkte gözükür ya, işte öyleydi. Keyifli muhabbeti, ferahlatıcı bakışları Melek Anne’ye müdavim ederdi herkesi. Sanki efsunluyordu karşısındakileri. Hitabeti tatlıydı Melek Anne’nin, “Canımsın, Yavrum benim, Gülüm, Aslanım, Oğlum, Evladım…” Birine yol tarifi sorsa bile, karşısındakini anaç hitabı, tatlı cümleleriyle öyle sarıp sarmalardı ki adam ya da kadın su görmüş pamuk şeker gibi eriyip yok olurdu. Bu kadın Fransızca bilseydi kesinlikle Paris’i fethederdi. Ama kendi hayatını Paris’in kenar banliyölerinden birindeki çok katlı binanın bodrum katında üç kuruş para biriktirip dönmek hedefiyle çarçur etti.
Melek Anne, biraz para kazanmak maksadıyla gittiği gurbetten bu kış döndü. Dönüşü hayal ettiği gibi olmadı tabii. Paris’ten tabutla döndüğünde, evet parası vardı artık, evini de yenilemişti ama ömrü kalmamıştı. Onun ardından ağlayan kızı ve torunları ne düşünüyor bilmiyorum ama ben üzülüyorum Melek Anne’ye ve o dönemin kadınlarına. Tarihte yolculuk yapıp, şöyle omuzlarından sarsarak, “Kendinize gelin lütfen! Yaşayın! Hedefinize asla ulaşamayacaksınız ya da dönmek istemeyeceksiniz, bari yolun tadını çıkarın. Paris’i gezin, Almanya’nın keyfini çıkarın, çalışıyorsunuz gece gündüz, keyifle de harcayın paralarınızı. Memleketten aldığınız evler, bankalarda biriken paralar evlatlarınıza bile yük oluyor. Lütfen…” demek isterdim. Fakat cenazesine bile gidemiyorum. Parası ile yalnız kalan kocasına, Muttalip Amca’ya, baş sağlığı telefonu açmakla yetiniyorum.
Hikaye: Gülizar Baki