Hükümet Apartmanı
Hikaye: Gülizar Baki
O kadar emindim ki Tansu Çiller, İshak Amca’nın yakın arkadaşı. Öyle olmasa dört katlı apartmanımızın tüm ön cephesini, Çiller’in fotoğrafı kaplamazdı değil mi? Bir de anlattıklarından anladığım kadarıyla İshak Amca, Çiller’le sık sık görüşüyor. Gerçi babam da Demirel’i ve Özal’ı iyi tanır, onlara dair çok hatıra anlatıyor. Erbakan ise Mustafa Amca’nın dostu, hatta Erbakan’ın karısı onlara çaya gelmişti. Tüm komşuları, yan apartmanlardaki kadınlar bile onu görmeye Mustafa Amcaların evine gelmişti. Sonra Ecevit de Yusuf dedeyle iyi tanışır. Biliyor musunuz, Adalet Bakanı bizim apartmana geldi. Hastalanan Yusuf dedeye geçmiş olsun demek için.
Durun size bir sır vereyim, aslında şu sık sık yıkılıp yeniden kurulan hükümetler var ya, işte onlar bizim apartmanda, hatta bizim salonda yıkılıp, yeniden kuruluyordu. Duman altında ve ateşli konuşmaların ardından. Yani bu konuda yemin edebilirim. Kulaklarımla duydum. Bizim salonda ne konuşuluyorsa sonra televizyondan da izliyorum, gazetede de yayınlanıyor. Babam okurken görüyordum. Mesela İshak Amca ne dediyse Tansu Çiller de onu diyor. Ya niye inanmıyorsunuz gerçekten. Söylediklerim doğru. Babam Özal’ın her şeyini biliyor mesela. Bir de Devlet Bahçeli ile arkadaşlar sanırım. Üniversiteden olabilir, çünkü babam da Gazi Üniversitesi mezunu. Bahçeli orada hoca ya. Belki de öğrencisiydi babam, o yüzden tanışıyor olabilirler. Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren de komşumuz Abdullah Amca’yı, emekli albay olur kendisi, tanıyormuş. Karısı Hacer Teyze anlatırken duymuştum, Evren Paşa diye söz ediyordu.
İlkokulda sınıf arkadaşlarıma böyle ballandıra ballandıra anlatmışlığım vardır. Gülmeyin, ben gerçekten bunlara inanıyordum. Nasıl inanmayayım, Allah aşkına siz söyleyin. Babam ve arkadaşları bizim evin salonunda sabaha kadar çay ve sigara içip ülkeyi kurtarıyordu. Aslında eşleri ve çocuklarıyla geliyorlardı, gece yarısına doğru kadınlar çocuklarını alıp evlerine gidiyordu, erkekler ise sabahın üçüne dördüne kadar elbirliğiyle Türkiye’yi kurtarıyorlardı. 90’ların Ankara’sı, biz sokaklarda özgürce oynayabiliyorduk, kadın ve çocuklar da yürüyerek evlerine gidebiliyordu. Ülke ve siyaset ne kadar karışıksa sosyal hayat o kadar sakin ve güvenliydi. Tabii bu tespitim Ankara için geçerli.
Babam ve arkadaşları haftada bir, bazen 15 günde bir toplanır, çoluk çocuk güzel yemekler yer, ailecek sohbetler edilir, sonra da sigaralarını yakıp ülkeyi kurtarmaya girişirlerdi. Biz ise tipik bir sobalı Ankara evinde yaşıyorduk, yani çocuk ve yatak odası salona açılıyordu. Dolayısıyla uyumaya odamıza geçtiğimizde, kapı kapalı da olsa, yataktan o hararetli konuşmaları dinleyebiliyorduk. Uykulu halde dinlediklerimden dolayı rüyalarımın kahramanları hep siyasilerdi. Annem ise rüyalarımda sık sık siyasileri görmemi heyecanla karşılardı. İleride büyük adam olacakmışım. Ona yorardı hep.
Babam ve arkadaşlarının ortamı bugün mümkün mü, bilmiyorum. Yani o kadar farklı görüşten, siyasi anlayıştan ve hatta yaşam tarzından insan bir arada ve sabahlara kadar süren böylesi muhabbetleri edebilir mi? Aslında biliyorum, tek kelimeyle, edemez! O eleştirileri duymaya şimdiki insanların tahammülü yok. Hatta cevap vermeye bilgisi de…
Bizim hükümet apartmanının müdavimlerinden babamın da en yakın arkadaşı Mustafa Amca Erbakancı’ydı mesela. Herkes onun adil düzen fikrini eleştirir, o ise sakin ve emin tavırlarla anlatırdı da anlatırdı. Sigara içmez, çayı da az ve açık içerdi. Aralarında namaz kılan da bir oydu, ama bu konuda hiç gösteriş yapmazdı. O yüzden lakabı imamdı. Makine mühendisiydi ve bir devlet kurumunda çalışıyordu. Yanında derinden ve kesik kesik konuşmaların yapıldığı bir telsiz taşırdı. Arada kulağına yaklaştırır, üstündeki yuvarlak düğmeyi çevirirdi. Önemli bir işi vardı galiba. Henüz dünyada cep telefonu diye bir şey yoktu o zamanlar. Ev telefonu bile memurlarda ya da zenginlerde olurdu. O yüzden Mustafa Amca’nın telsizi çok havalıydı. Çok önemli bir insan olduğunu düşündürüyordu. Partisi belediye seçimlerini kazanınca belediyede üst düzey yöneticilerden biri oldu. Evlerinin salonu çiçeklerle ve hediyelerle dolardı. Şimdi babam gibi emekli. Düz bir emekli devlet memuru gibi davranıyor fakat döneminde yapılan yolsuzluklar dudak uçuklatır cinsten. Yani devrik başkanın önemli müdürlerinden biri de oydu. Cebine para indirmediyse bile göz yumdu belki de. Zaten herkes onun arkasından ‘adil düzen, adli düzenbazlık oldu’ diye dalga geçiyor ve babam eski dostuna mesafeli davranıyor. Bildiklerini anlatmıyor, ama annem babamın “Kıldığın namazdan da mı utanmadın be adam!” diye söylendiğini anlatmıştı. Bence dine karşı mesafeli duruşunun sebebi de bu, en güvendiği dindar adamın bile böyle davranması!
İnşaat mühendisi İshak amca ise Doğru Yolcu’ydu. Tansu Çiller’i destekliyordu. Genç ve paralı kesimi o temsil ediyordu gözümde. Oturduğumuz apartmanı o yaptırmıştı. Mahalledeki çoğu apartmanı da… En espirili olanları da oydu zaten. Bakan onun babasını ziyarete gelmişti.
Mesleğini bilmediğim ama zengin olduğunu oturuşundan anladığım Ayhan Amca ise Mesut Yılmazcı yani ANAP’lıydı. Ehli keyif ve nüktedan bir adamdı. Her konuşması büyük kahkahalarla biterdi. Salondaki herkesi güldüren bir şey anlatırdı muhakkak. Eşi Antepli’ydi ve harika yemekler yapıyordu. Hala tadı damağımda.
Babam milliyetçi kanadı temsil ediyordu. Ama ondan duyduğuma göre kafatasçı ve gök tanrıcı değilmiş. Bir de Demirel’le Özal’a dair en çok konuşan oydu. Onlarla arkadaş olduğunu bu yüzden düşünüyordum. Bahçeli’yi severdi galiba. Üniversitede hoca olmasına vurgu yapardı sık sık. Bir de şimdi bana çok enteresan gelir Sabahattin Ali’yi pek severdi. Onun kitaplarından örnekler verirdi hep. Kuyucaklı Yusuf kitabı mesela. Her konuşmasında oradan bir alıntı yapardı. Devlet adamı, buna memurları da dahil ederdi, “ideallerini yitirmiş, sindirilmiş ve sistemin adamı olmamalı, yanlış giden düzeni dönüştürmeli.” derdi. Ben, Kuyucaklı Yusuf’u ve kaymakam babasını halk kahramanı sanırdım. Sabahattin Ali’nin aşk romanı diye meşhur olan Kürk Mantolu Madonna kitabını dairedeki solcu geçinen memurların ellerinde görünce hatırladım ve utandım. Solcular sahiplense de ben kimse yüzüne bakmazken milliyetçi babamdan duyuyordum ismini. Ama bunu onlara söylemedim hiç. Artık böyle şeyleri söyleyemiyorum.
Babamın arkadaşlarından Hüseyin Amca, entelektüel solcuları temsil ederdi. En büyükleri de oydu galiba. Hacettepe Üniversitesi’nde hocaydı. Hala da branşını bilmiyorum, önemli olan zaten üniversitede hoca olması. Ki bu sebeple herkes ona hocam derdi. O da söze başlayacağında bizim Hacettepe Üniversitesi’nde derdi muhakkak. Bir de o zamanlar ne anlama geldiğini bilmediğim ve çok merak ettiğim bir şeyin zengiydi. Herkes nedense gözlerini yuvarlayarak ve sanki fısıldar gibi, “Gayri Menkul Zengini” derdi. Kelimeye sözlükten bakmak istiyordum ama hep unutuyordum. Hacettepe’de İşletme Bölümü’nde okurken sık sık aklıma gelir, gülerdim bu yüzden. Hüseyin Amca, her konuda uzman, her konuda fikir sahibiydi. Bir de çok kalabalık, her vilayette (nedense asla şehir demezdi) bir üyesi olan ve her konuda örnek gösterebileceği bir akrabası vardı. Din konusu geçerse namaz kılan babaannesini anlatırdı. Başörtüsünde devreye anneannesi girerdi. Köylülerle ilgili bir konu girse köy enstitülerini överdi, kapatılmasını eleştirirdi ve herkesi suçlardı. Sonra Anıtkabir’i ziyaret etmeyen Ankaralılar’a çok kızardı. Neyseki her gelen akrabayı götürdüğümüz için Hüseyin Amca bize kızmıyor diye düşünürdüm. Bir de Ecevitçiler’i hiç sevmezdi. Yani Nuri Amca’yı. Nuri Amca, galiba avukattı, değilse de ben ona bu mesleği yakıştırırdım, arada bir katılırdı hükümet yıkıp kurma toplantılarına. Onun muhabbetini severdim. O gelince konular değişir, muhabbet ufuk açıcı olurdu, zira sorar sorgular, irdelerdi. O yokken ezber yapan yaz Kuran kursu öğrencileri gibi aynı şeyler, aynı tempoda tekrar edilir dururdu. Ama Nuri Amca’nın olmadığı haftalarda da en çok onun anlattıkları eleştirilirdi. Duymasın da en çok arkasından konuşan Hüseyin Amca’ydı.
Herkesin okuduğu bir gazete vardı. İdeolojisine, dünya görüşüne göre değişen. Ve o zamanlar promosyon çılgınlığı yaşanırdı. Hüseyin Amcaların sırayla herkes için tabak kuponu biriktirdiğini bilirim. Nuri Amca da bana Ayşegül serisi için kupon getirirdi. Kartondan Ayşegül olurdu ve elbiseleri… Sevinçten ağladığımı bilirim. Adını hatırlamadığım bir amca da, nadir gelirdi zira, anneme ortası boş bir bilezik getirmişti. Türkiye Gazetesi’nin promosyonuymuş. Çok silik bir karakterdi zaten. Konuşmalara da pek katılmaz, dinlerdi.
90’ların Türkiyesi’nde kışlar ayazlı, siyaset çalkantılı ve hatta kanlı, ekonomi kötüydü, ama sanki sosyal psikolojisi iyiydi. Bu kadar farklı görüşten insan bir evde toplanıp sabahlara kadar konuşabiliyordu mesela. Düşünüyorum da ben iş yerinden arkadaşlarla, onu bırak akrabalarımla böyle konuşamam. Memuriyetim yanar. Muhabbetlerimiz Tiktok yavanlığında, Instagram gösterişinde, Facebook romantizminde. Bugün karşıt görüşlüler birbirlerine promosyon tabağı bırak, günahını bile vermez.
Annemin rüyalarıma dair hayır yorumları bence çıkmadı. Bir devlet kurumunda etliye sütlüye karışmayan, hatta tek görevi gelen evrakları düzenleyip damgalayıp sıralamak olan bir memurum. Büyük adam olamadım. Tabi bu bana göre! Annem memuriyetimle altın günü arkadaşlarına, akrabalarına hava atıyor. Hele de şu dönemde memuriyetimden atılmamış olmamla bir övünüyor ki, duysanız kusarsınız. Müdürüm beni koruyormuş! Müdürüm beni unutmuştur bile. O kadar yoğum ki… Ben ise babamdan çok utanıyorum. Aslında onun benden utandığını düşünüyorum. Beni gördüğünde gözleri donuklaşıyor. Hayal kırıklığı perdesini çekiyor gözlerine hissediyorum. Yıllarca savunduğu dünya görüşüne ve ideolojisine dair hayal kırıklığına bir de benim ideallerini yitirmiş, sindirilmiş sistem adamı olmam eklenince adam çöktü. Annem kızıyor, hükümet apartmanındaki eve az geliyorum diye, ama babamın bu kırıklığını ve apartmanın eskimişliğini görmeye dayanamıyorum. Kendimi Sabahattin Ali’nin kaymakamı Selahattin Bey gibi hissediyorum. Ama herkes her şeyin tam, bu ne mutsuzluk, yılgınlık diyor. Hani o meşhur matematik örneği var ya, o misal bir sürü sıfırım var ama başına bir rakam gelmeyince hiçbir değeri yok.
Hikaye: Gülizar Baki