Tanrıça

Tanrıça

Hikaye: Gülizar Baki

Fotoğraf: Robert Nagy

Buralarda bana tanrıça diyorlar. Biraz komik biliyorum. Hatta şişko bir erkeğe tanrıça denilmesi epey tuhaf ama ben kabullendim artık. Henüz yüzüme karşı kullanan olmadı. Lakabımı telefonda duyuyorum. Markete sipariş verdiğimde ya da lokantaya, telefonu kapatırken sesleniyorlar, “Oğlum, Tanrıçaya her zamankinden götür.” Önceleri çok öfkeleniyordum. Artık havalı bile buluyorum, “Tapıyorlar oğlum sana.” Tarkan için derlerdi, “genç kızların ilahı.” Ben ise; mahalle marketinin, pidecisinin, pizzacısının ilahıyım. Bir de emlakçı ve dedikoducu Rüstem’in. Aralarında en sağlam kulum o. Adama başka müşteri gerekmiyor. Benim evler tek başına yeter ona. Bir de kapıcı Fatih var. Şunu peşin söylemem gerek; o paramın kulu değil, Allah’ının kulu. Bana da çoğunlukla acıyarak bir de Allah rızası için yardım ediyor. Tabii karşılığını da fazlasıyla alıyor. 

Ama o salak karısı ve hayırsız sapık oğlu var ya onlar işte üzüyor beni. Karısı da yani iyi bir kadın denebilir, tek kusuru çocuklarına tapınması, ve din zannettiği geleneklerin kulu olması. Desinler için yaşıyor. Kızını köydeki akrabaları “memurla evlendi” desinler diye hiç olmadık adamla evlendirdi. Yazık oldu kızcağıza. Oğlunu da bir yere işe sokmaya çalışıp duruyor. Akrabalarının ya da komşularının ne dediğini önemsediği kadar kızının ve oğlunun ne düşündüğünü önemsemiyor. Televizyonlardaki hoca bozuntularının dediklerini Allah kelamı sayıyor. O kadar çok batıl inancı var ki, “Kitapta yazıyor diyollaa” diyor. Nerede ve ne yazıyor diye sorunca afallıyor, “Tilivizyonda Söngel hoca dediydi” diye kıvranıyor. Yani bence kadın, sandığı gibi İslam dinine değil gelenek dinine ve desinler peygamberine tabi. 

Kapıcının karısını alsan Amerika’nın ya da İtalya’nın köyüne bıraksan katı ve cahil bir katolik, Rusya’ya koysan Ortodoks olurdu. Aramızda kalsın bence dindarım diyen çoğu kişi de dinsiz. Henüz okumadım ve okuyacağımı da sanmıyorum, ama eminim çok iyidir, yazarının adını hatırlayacağım şimdi. Şey… Hani Kurtlar Vadisi’nin de senaristiydi adam, dilimin ucunda, neyse birazdan hatırlarım, işte onun kitabı var; Allahsız Müslümanlık. Kitabın ismi bile mevzuyu anlamanız için yeterlidir sanırım. Hatırladım yazarını: Ömer Lütfi Mete. Bunlarınki bildiğin Allahsız Müslümanlık. 

Fatih gayretli bir adam. Vicdanlı. Sanırım param bitse bi o bana bakar. Ama biraz boydan kısa. Zor olacak bana bakması. Bazenleri şu iki metrelik yolu yürüyemediğimde, buralar epey kirlendiğinde tiksinse de bana yardım eden o oluyor. Sağ olsun beni silip, kremlerimi süren de o. Evlerden birini ona bırakmayı düşünüyorum. Hatta vasiyetnameye oğluna pay vermemesi şartını ekleyeceğim. Oğlu bence dünyanın en gereksiz şeyi. Benim adımın tanrıça olmasının sebebi de o. Ortaokula gidiyordu, son sınıftaydı, okul hayatının da son yılıymış zaten. Babası, “Kürşat abin çok okuyor, sana ders çalıştırsın” diye göndermiş. Çok detay hatırlamıyorum ama Hititler’e dair bir konuydu. Tarih derslerinde sırf savaşların ve liderlerin anlatılmasına karşıyımdır hep. Bu yüzdendir mevzuyu o zamanların kültürel yaşamına, dinlerine filan getirmiştim. Anlatırken de tanrılarının çoğunlukla kadın olduğunu ve onların da şişman olduğunu söylemişim. 

Biliyorsunuz değil mi, antik dönem Anadolu, aslında diğer coğrafyalarda da çoğunlukla öyledir, tanrılar kadındır ve heykellere çizimlere bakılırsa yuvarlak hatlı hatta obez denecek kadar kilolulardır. Anlayacağınız yiyeceğin kıt ve zor ulaşılabildiği bu dönemlerde kilo ilahi bir şeymiş. Bugün zayıflığa yapılan övgüler, güzellik ve çekicilik algısının zayıflıkla özdeşleşmesi, o dönemlerin toplumlarında kilolu olmakla özdeleşmişti. Tabii bunu yerinden kalkamayacak kadar şişman, obez de diyebiliriz. Aslında benim halim obezliği de aşıyor, ultra obez filanım yani, bir adam anlatınca gereksiz Arda kendimi övdüğümü düşünmüş. Önüne gelene kıkırdayarak “Bizim şişko ev sahibi kendisini tanrıça olarak görüyor.” demiş olmalı. Annesine, arkadaşlarına, esnafa… Emlakçı dedikoducu Rüstem’e anlatması yeterli. 

Tabii ki benimki gibi olmamak kaydıyla kilo gerçekten günümüz insanın abarttığı kadar kötü bir şey değil. Bir zaman makinesi olsa ve antik döneme gitsem pekâlâ Hitit ya da Hattuşaş tanrıçası olabilirim. Gerçi beni besleyemeyecekleri için bir yılda erir ölürüm, ama gördüklerinde bulabilirseler ayaklarıma, yanlarımdan sarkan etlerime kapanacaklarına eminim.  

Önceden böyle değildim, obezdim ama gezip tozabiliyordum. Giderek daha çok kilo aldım. Şişmanlık hastalık halini aldı. Son iki yıldır, tuvalete gidişim 15 dakikayı bulabiliyor. Mesafe 2 metre. Kilomu bilmiyorum çünkü beni tartmak için epey büyük bir tartı gerek. Ona da ulaşmak için kapı pencere kırmak. Kıyafet giyemiyorum. Üstüme Fatih’in karasının birkaç kazak ya da tişörtü birleştirerek diktiği kıyafet var. Alt bedenimi battaniye ile örtüyorum. Yıkanamıyorum, Fatih ıslak havlularla siliyor. Ama sürekli yiyorum. Yemek yemek benim amacım. Bilgisayar ise hayatım. Oradan geziyorum dünyayı, orada arkadaşlarım var. Sanal dünyam çok güzel, gerçeğim ürkütücü. Babadan kalma epey fazla gayrimenkulüm var. İyi kira gelirleri olan. Onlar geçindiriyor beni. Babamın hayali ve ömrünü heba ettiği ideali, “çocuklarım çekmesin, onlar rahat etsin” çocuklarının felaketi oldu. Çok rahat ettik baba sağ ol da, konfor ve rahatlık bizi hasta etti. Keşke maddi rahatlığımızı düşündüğün kadar manevi rahatlığımızı da düşünseydin. 4 çocuğunun dördü de ayrı bir sorun. En iyisi benim. Ben de babamın malıyla şiştim. 

Görse halimi üzüntüden bir kez daha ölürdü. Zaten bana dair düşündüğü tek şey kilomdu. 13 yaşındayken zayıflama kampına göndermişti beni. Hatırladıkça gülüyorum, Almanları dumur etmiştim. Orman içinde otel gibi harika bir mekandı. Genç yaşlı bir sürü şişko, az yemek ve çok hareketle zayıflatılmaya çalışıyorduk. Bu harika mekanda herkes açlıktan ve yorgunluktan zayıflarken ben kilo bile almıştım. Şoke olmuştu doktorlar, hemşireler, görevliler. Nasıl olur? Hatırladıkça kahkaha atıyorum. Şaziye ablam sağ olsun, birlikte Alman disiplinini ambale etmiştik. Mutfakta çalışıyordu Şaziye abla, açlıktan elim ayağım titrer vaziyetteyken karşılaşmıştık ve benim ağlamama dayanamayıp yiyecek getirmişti. O günden sonra belli miktar para karşılığı beni besledi. Sadece para değil merhameti de buna sebepti. Annem de öyleydi. Bizi beslemenin annelik olduğunu sanıyordu. Güzel ve bol yemeklerle büyüttü bizi. Çiçek sular gibi. Ama biz çiçek değildik, insandık, yemek dışında ihtiyaçlarımız da vardı. Babam da ne istersek alırsa iyi baba olunduğunu sanıyordu. Ne istersek aldı, ne istersek alabileceğimiz bir hayat bıraktı bize. Ve o hayat benim bedenimi, kardeşlerimin ruhunu obez etti. 

Ruhum büzüştükçe, bedenim büyüdü benim. Bedenim ne kadar büyükse ruhum o kadar küçük yani. Kıyafetleri ne kadar pahalıysa ruhu o kadar ucuz insanlar gibi. Çok sert oldu ama ben böyle düşünüyorum. Yani üzerinde tek özelliği pahalı olmak olan, markaların amblemlerinin zevksiz, hatta çirkin şekilde basıldığı kıyafetleri giymenin tek açıklaması bu. Benim de dünya namına tek zevkim yemek yemek. Mesela cinsel obezler var. Sapık olabilecek kadar cinselliğe düşkün. Fatih’in oğlu öyle örneğin. Biliyorum çünkü benim internetimi kullanıyor. Zavallı anası rica etmişti, çok sevgili oğlunun iş bulabilmesi için gerekliymiş. Anasına babasına desen bir dert demesen ayrı. Sonra diyorum ki ikimizin de hastalığı aynı, sonuçları farklı. Belki de 15 yıldır görmediğim ama sosyal medyadan takip ettiğim kız kardeşim mesela çılgınlar gibi alışveriş yapıp, diyar diyar geziyor. Niçin birkaç bin takipçisi görsün beğensin diye. Markalı çantaları, gözlükleri, milyarlar verdiği makyajı, yaptırdığı memeleri, patlak dudakları bende üzüntüden ağlama hissi uyandırıyor. Sonra kendi bedenimi hatırlıyorum. 

Biliyorum bir gün çatlayarak öleceğim. İşte o zaman beni şu evden duvarları yıkarak çıkartabilecekler. Ve vasiyetimde diyeceğim ki; bir iki evimi satıp beni Çorum’a götürsünler… Hattuşaş’a gömsünler… Sizin röportaj teklifinizi bu yüzden kabul ettim. Bu sayede yani sosyal medyanın gücüyle olabileceğini biliyorum. Çünkü artık sadece para yetmiyor. Lütfen başlığı “Obez tanrıça memleketine, Çorum’a gömülmek istiyor” diye yazar mısınız? Memleketim Almanya aslında. Köln’de doğdum, babam da Uşaklıymış. Ama ben şişman tanrılar diyarını Çorum’u memleketim gibi görüyorum. Sizce de iyi fikir değil mi?

Hikaye: Gülizar Baki

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi